Nisan, 2010 için arşiv

HISTORY OF ART

Yayınlandı: Nisan 30, 2010 / Art



Susan Sontag “fotograf” üstüne yazısında Platon’un (bundan sonra Eflatun demeyi tercih edeceğim) ünlü “mağara benzetmesi”ne gönderme yaparak tartışmaya başlıyor. Öte yandan fotografla ilgilenen bütün filozof ve tarihçilerin sordukları ve henüz cevap bulamadıkları bir soru var: fotograf, Nicéphore Niepce tarafından 1831 yılında icat edilmek için neden o kadar bekledi? Karanlık Oda ilkelerinden Aristo’nun bile haberdar olduğu anlaşılıyor. Ve ilk karanlık odanın (camera obscura) 11.Yüzyılda Araplar tarafından inşa edildiği de biliniyor. Camera obscura Rönesans ve sonrasında ressamların ve askeri efradın vazgeçemedikleri bir cihazdı. Torino’daki şüpheli “kayıt” dışında (İsa’nın imajı olduğu iddia edilen) bütün Antik ve Ortaçağ simyası, elementlerin sayısız özelliklerinin bilgisine vakıf olmalarına rağmen ışığın maddedeki etkisini bir “kayıt” aracı olarak tutmaya kalkışmadılar. Bir tarafta koskoca bir “bilimler akışı” varken öte tarafta 1830’lu yıllarda kötü bir ressam olan, biraz da amatör kimyager olan Niepce’in, en az kendisi kadar kötü bir ressam olduğu anlaşılan oğlunun manzara resimlerini doğru dürüst çizebilmesine yardım etmek üzere icat etmiş olduğu anlaşılan fotografın o tuhaf tarihçesi var. Fotograf gibi bir aygıt gerçekten camera obscura geleneğine mi ait? Ya da “yansıma” ve “taklitlerin” tartışıldığı Eflatuncu bir dünyadan gerçekten başlatılabilir mi fotograf tarihi?

Açıkçası fotografın oluşması için iki bilimin biraraya getirilmesi gerekti: optik ve kimya. Buna hareket yanılsamasını, yani algılar psikolojisini eklerseniz sinemayı, elektronik “ikili” şemaları eklerseniz dijital imajı elde edersiniz. Ama iki bilimi bir araya getirmeye kim ne zaman kalkışır? Unutmayalım ki Descartes, Spinoza ve Leibniz döneminde, yani Klasikçağda felsefe, yani dünyaya zihinsel bakış biçimi henüz doğa bilimlerini kapsıyordu –hem de tümünü. Ama aynı zamanda ileride doğa bilimlerini bağımsızlaştıracak ve departmanlara ayıracak bir süreç de aynı çağda başlamıştı: tasnif. Buffon ile Linnaeus canlı varlıkları, insanı da içerecek bir şekilde kendilerine göre “tasnif” ettiler. Burada “tasnif” fikrini ciddiye almak gerekiyor: Antik Yunan felsefesi –tabii ki Eflatun– “ayrım” mantığıyla işliyordu: insanları hayvanlardan, siyaset adamını çobanlardan, özeli genelden, kategoriyi mutlaktan ayırdeden nedir –işte ona bakmak gerekiyordu. Dolayısıyla her “bilme” (episteme) kendi alanında başka bir “bilmenin” kendine ait alanda yaptığını yapacaktı. Aristo bunu neredeyse kozmik bir ilke haline getirmişti ve sonradan Aquino’lu Thomas gibi bir Hıristiyan filozof tarafından bu ilke yeterince kötüye kullanılacaktır: Tanrının bu dünyada ne işi var? İşi var, çünkü ruh vücut üzerinde ne yapıyorsa o da bu dünyada öyle bir iş görüyor.

Unutmayalım ki ayrım yoluyla sadece “analojiler” kurulabiliyordu: A; B için neyse C de D için odur gibisinden. Oysa analojik düşünce “tasnife” pek olanak sağlamıyor. Foucault’nun muhteşem çalışması Kelimeler ve Şeyler bir şeyi son derecede açık gösteriyor: analojiler, taklitler ve simülasyonlar çerçevesinde işleyen bir düşünme tarzı mutlaka hiyerarşik bir sisteme ihtiyaç duyar: Tanrının düzeni ve sonra, insanların dünyevi düzeni. Analoji her şeyi tek bir hiyerarşik düzen içinde kapsamanın bir aracıydı… Sonluluk… Tasnif ise bambaşka bir düşünme tarzını gerektiriyor: her şeyden önce tasnif ile “kayıt” arasındaki içkin bağı çözümlemek gerekir. Şeyleri tasnif ettikten sonra rahatça her şeyi o kategorilere kayıt edebilirsiniz –kadastro idaresinden canlı varlıkların anatomik, morfolojik ve jenealojik tasniflerine varıncaya kadar. Kaydetme ampirik nesneleri devralırken tasnif kendi başına bir lojik oluşturur –neye göre kaydedeceğiniz… Buffon’dan Kant’a tasnif mantığının bir mutlaklaştırılmasını yaşıyoruz: Kant’ın “kategoriler” öğretisi nesne ile özne arasındaki farkı ve mesafeyi garantiye almak içindir –kategoriler “mümkün bütün deneyim nesnelerine” uygulanabilecek önermelerdir: mesela her şeyin bir adedi, nitelikleri, kapsamı, beraberliği, ayırdedilebilirliği vardır ve bu kavramlar dünyadaki her şeye uygulanabilir –gül kırmızıdır dediğinizde bir kategori değil, tikel nitelik bulursunuz. Ama “gülün bir sebebi var” dediğinizde sebebin bir nitelik değil bir kategori olduğunu hissedersiniz. Bir kategori her şeyi “kaydedebilecek” olan bir kavrama biçimi demektir. Heidegger’in ünlü “kapsama-kavrama-kapma” mefhumu olan Ereignis (İngilizce’ye Apprehension diye çevriliyor) hala bu düşünce
doğrultusundadır. Ama “kayıt” olmasa sistem işlemez. Sistem her şeyi kaydetmek ve bu kaydı mutlak bir biçimde her nesne için sürdürmek zorundadır. Sistem değişebilir ancak kaydetme zorunluluğu baki kalır. Modern toplum düzenlerinin nasıl şekillendiğini hissedebiliyor musunuz? Ekonomi politikten önceki bir rejim “zenginliklerin tasnifi” üzerinde işliyordu: doğal ve beşeri kaynaklar, para ve hazinenin unsurları, kadastral ve mülki kaynaklar vesaire… Ekonomi politik işin içine “öznel” değerleri ve değer biçmeleri de soktu: yani tasnif edilen, kaydedilen şeyler sadece “bilinebilir” şeyler değildiler, üstelik toplumsal “arzuların” nesneleri olarak “değerler” idiler.

Binyıllar boyunca “kaydetme” aracı yazıydı. İcat edildiği anda bile en azından bir “sınıflaşma” süreci yaratmış olmalı: yazıya sahip ve onu gizli tutan, nüfus nezdinde yazıyı kutsallaştırmakta bir çıkar görebilen bir rahipler kastı –ve yazı varolduğu anda bir anda “cahilleşen” halklar, kabileler, kavimler. Sonuçta yazı bir üst kodlamadır: bu halkları, hayatı ve zenginlik kaynaklarını kategori haline getirir. “Kayıt toplumları” bir bakıma Foucault’nun “disiplin toplumlarıyla” örtüşür ve Ondokuzuncu yüzyılı belirler. Napolyonik iktidar kadastral sistemler kurarak işler: kurumsal tasnif ve kayıt mekânları. Hukuki tasnifler, idari bölgelendirmeler. Ama aynı zamanda Foucault’nun gösterdiği gibi vücutların, giderek kollektif vücudun tasnifi, ayrımlanması, analizi, kısacası iktidarın dolaysız hedefi haline getirilmesi. Fotoğraf bu noktadan itibaren bir “teleskopaj” aracı olarak iş görmeye başlayacaktır.

Kapitalizmin okuryazar bir sistem olduğunu asla düşünmemek gerekir. “Yazıya karşı” olan Antik Yunan toplumu, Ortaçağ’ın Doğusu ve Batısı, sonuçta daha “okuryazar” idiler ve bunu sezmek için edebiyatlarının yüksek kalitesine bir göz atmak yeterlidir. Sorun kapitalizmle kaydın da rasyonelleşmesi, artık bir yaşantının aktarımı, iletimi olmayı yavaş yavaş bırakmasıdır. Kapitalizmin tek “yazısının” banknotlar ve pullar üstünde olduğunu söylesek yeridir.Ama bu hali sonuçta Jean-Pierre Faye’ın daha önce ortamlara göndermiş olduğum metninde olduğu gibi yaşıyoruz: kölenin yazılı dili ile efendinin konuşkan dili arasında pek de diyalektik bir karakter taşımadığı anlaşılan çok özel, biricik ve “olay oluşturan” (kelimenin Nietzscheci anlamında) bağla. İşte gittikçe daha az okuyup, daha fazla seyrettiğimiz gibisinden neredeyse her dersin girişinde vurgulamayı adet edindiğim mesele bu bağlamda ifade edilebilir. Sonuçta görsel-işitsel medyumun böyle bir yükselişi “görmenin” ve “işitmenin” yükselişi değildir, onlarla ters orantılıdır daha çok. İşte bu yüzden Leroi-Gourhan’ın, daha önce değindiğimiz “paradoksuyla” karşı karşıyayız: görsel-işitsel kayıt, aktarım ve enformasyon araçlarının mutlak realizmi –ve simülatif karakterleri. Görsel-işitselin olağan dinamiklerinin heder olması değil midir bu durum aynı zamanda?

Artık her şey kayıttır –ve bu kayıt salt “tasnif” fikrinin ötesine geçmektedir: tasnif Klasikçağda (Foucault’nun gösterdiği gibi) ikili bir rol oynuyordu –bir bilme ve iktidar cihazı. Tasnif etmek nesneleri bilmek demekti ve böylece modern bilimlerin temeli atılıyordu: “dil unsurlarının tasnifi” (Port-Royal Grameri), “canlı varlıkların tasnifi” (Linnaeus ve Buffon), ve son olarak “zenginliklerin analizi” (Petty ve Law). Kısaca söylemek gerekirse tasnif artık arkaikleşmiş bir bilme biçimidir.

Kayıt ise tasnife verilen yeni insicamdır: tasnifin kategorilerine uzaktan ya da yakından cevap veriyor gibi görünse de sonuçta her şeyin kaydedildiği olgusu ile karşı karşıyayız ve bu tasnifin kategorilerini her an çözüp dağıtmaya aday bir durumdur. Bilim tarihçileri bu durumu “sürekli variyasyon” temasıyla karşılamaya çalışıyorlar (özellikle Isabelle Stengers ile Ilya Prigogine). Her kayıt kendi çizgisine sahip biricik bir olay, belki de bir titreşimler ve değişkenlikler çizgisi oluşturur. Para arzı ile talebi arasındaki gerilimler ekonomide mesela artık buna tekabül eden modellerle araştırılıyor.

Ulus BAKER

Salo Ya Da Sinemanın Yüz Yılı

Yayınlandı: Nisan 28, 2010 / cinema, ulus baker

Sartre’ın Türkiye şubesi Ulus Baker’in *3. uğraşımda bitirmeyi başarabildiğim `Salom`un 120 Gunu`  filmi* üzerine yazdığı yazı:

Hatırlayalım: PPP bu filmi 1975 yılında, Hayat Üçlemesi’nin (Decameron, Canterbury Hikayeleri ve Bin Bir Geceler) ardından “nihai filmi” olarak çekmişti. Ahlaki düzen bütün kıtalarda sarsıldı. Yeniden her izlenişinde bu film insanda psikanalistlerin anlattığı “bastırılmışın geri dönüşünü” yaşamadan edemez. Diyorlar ki “katlanılamaz” olmaktan çok, “neresinden tutulacağı asla belli olmayan” bir film bu. Ancak “pusuya yatarak” seyredebilirsiniz sanki. Sinematografik bir şaheser olduğu doğru: bir seyirci onu seyrederken karın kaslarında belli bir kasılma payını ayarlamak, belli bir “bakış açısına” –film aslında seyredilmiyor, filme maruz kalınıyor unutmayalım– yerleşmek, gardını almak zorunda. Film üstündeki sansür İtalya’da 76 yılında kalkıyor. Fransa’da ise filmi göstermek söz konusu olduğunda bürokrasi ve yasama ne yapacağını şaşırıyor. Peki, nedir bu tuhaf film? Mektuplarından ve söyleşilerinden anlıyoruz ki Pasolini uzun bir suredir Sade’i filmetmek için yanıp tutuşuyordu. Decameron, Binbir Gece, Canterbury, bunlar sanki bir hazırlıktı –ve bunlar yine de “güzel” filmlerdiler… Nihai nokta Sade ile konmalıydı. (Pasolini bunu Heretik deneyim adli kitabında kısmen ve teorik uzantılarıyla yansıtır). Ama filmi çekme olanağı olduğunda PPP’de sanırım Sade’a karşı güçlü bir nefret uyanmıştı (yeni bir nefret ve daha önce yok). İleride göreceğimiz gibi bu nefret bazı Fransız düşünürlerini filmin değilse de Sade ile ilgisi olduğu fikrinin aleyhine döndürdü –başta Barthes ve Foucault, görecegiz… Pasolini, bir eşcinsel olarak “cinsel özgürleşme” adına yapılan her şeyden, nedendir bilmem (ama tahmin ederim ve tahmin bir teori olabilir ancak) nefret etmeye başlamıştı. Kendisi Salo ile bu “kötülükten” arınmak istemiş olabilir –ama biz “normaller” (yani “normal” heteroseksüeller, “normal” eşcinseller, “normal” sapkınlar) kendimizi Salo’dan nasıl arındıracağız. Ahlak kuralları bize arınmadan çok “kurtuluşlar” dayatırlar. Salo’dan nasıl kurtuluruz içgüdüsüyle hareket ederler. Oysa “arınma” daha yüksek bir yaşantıdır. Salo filmini seyrettikten sonra ondan kurtulamazsınız, sineye çekerek “arınmaya” çabalayabilirsiniz ancak. O halde filmin bir başarısı var en azından: çünkü PPP de bu filmi arınmak için çekmiş olmalı. Ancak tam da bu noktada neden Sade üstüne en önemli çağdaş denemelerden birisini kaleme almış olan Roland Barthes’in bu filme karşı bir uyarıda bulunma ihtiyacını hissettiği sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz: Salo filmini “tam anlamıyla Sadecı kılan” tek şey onun yeniden-elde-edilemezliğidir. Bizzat Pasolini şunları söylüyordu: “Hayat Üçlemesi türünden filmlerden hala yapabilecek olsam bile artık yapamazdım: çünkü artık vücutlardan ve cinsel organlardan nefret ediyorum.” Demek ki 1975 yılında PPP bir “dönüş” yapıyor –artık hazcılığın, “cinsel devrimin” Pasolini’si değil. Düşünüyor ki bu devrimin bütün sonuçları üzüntü verici oldu. Cinsellik artık ticari bir fenomen, bildiğimiz tek görüntüsü “götürme”, “komplo”, açılan ya da kapanan krediler –cinsellik ticari bir fenomen. Lutherci Mektuplar başlıklı ironik yazısında PPP gençlerin çift taraflı konformist olduklarını söylüyor: “üstelik yasıyorlar, yoksa ölmüş olmaları gerekmez miydi?” Gençlerin tek sloganı artık “güzeliz, o halde çirkinleştirelim kendimizi”. Bu 68 sonrası yenik ve kötü bir gençlikti PPP’ye göre. Salo sonuçta “küçük burjuvazi” üstüne bir film. Yani 70’li yıllarda sınıf mücadelelerinin kasılıp kalması sonucu on plana çıkan “yok-sınıfla” ilgili. Daha önce ihmal etmiş, yeni tanışıyor ve tam da bu yüzden Salo gerçekten de çok sorunlu bir film. Daha önce Pasolini için bir “açıklık” vardı: büyük burjuvazi ile halk arasındaki karşıtlık. Ama artık Sade gibi bir figürü sevemiyordu: “dehşet verici bir edebiyat”. O halde niye Salo’yu çekti? Hatırlayalım: filmin en dehşet verici, tüyler ürpertici ve mide bulandırıcı sahneleri aynalardan yansır. Her şeyi gösteren şeye ayna deriz. Film her şeyi göstermez, ama ayna illa ki karşısındakini göstermekle yükümlüdür. Bu yüzden Salo Pasolini’ye göre zaten “imkânsız filmdir”. Salo’da sadizm filan yoktur, aksine Pasolini’nin yeni öğretisi gibi işleyen bir mazosizm vardır –eski filmlerine topyekûn bir reddiye. Bunu bir iki “kötü” eseri dışında kim yapabilirdi? Şu anı dondurma –Salo’nun temel prensibi. Onu bir “ayna” kılmaya adanmış. Ama bu aynada başka bir güç var (hiçbir aynada verili olmayan) –öfkeli bir ayna bu. Artık İtalyan gençliğinden sıkılıyordur PPP. Ve ölümüne götürecek yolculuğuna başlamıştır. Bir defa, Sade’in metaforik işkenceler şatosu yitip gitmekte olan bir faşizmin yalıyarına dönüştürülmüştür. Bilindiği gibi (sanıyorum) Salo Mussolini faşizmosunun kurduğu geçici son cumhuriyettir. Grotesk, kaba, acımasız… Ve aslında Almanlar tarafından yönetilen… Artık Hitler eski müttefiğine bile güvenmiyordur ve onun için bir cumhuriyet tesis etmiştir –kuzeyde, dağlarda, saklanılabilir yerlerde… Ama büyük dert savaş kaybedilirken saklanmaktan çok “saklamaktır” –yol açılan ya da doğrudan ifa edilen felaketlerin insanlığın eline geçmesini engellemek… Sonuç 1943 Eylülünden 1944 Ocağına kadar hüküm süren bir “dehşetler cumhuriyetidir”… Hitler’in Stalingrad yenilgisi ufukta belirirken cepheye gönderdiği ünlü telgrafın yansısı: “savaş kaybediliyorsa milletimiz yok olsun!”

Ulus BAKER


Öjenik bir yaklaşımla kurulan,sınıf ayrımını mutlulukla kabul eden(daha doğrusu ettirilen) insanlarla dolu bir Londra’nın mı; yoksa politik iğnelemelerle dolu ,tek parti tek egemenlik anlayışı güdülen bir Londra’nın mı betimlenmesi ilginizi daha çok çeker?

1984 ile Cesur Yeni Dünya çekişmesi işte burada başlar. Anti-ütopya yazımlarının en ünlüleri olan bu iki romanın okurları arasındaki anlaşmazlık hangisinin günümüze daha çok benzediği hakkındadır.George Orwell 1984’te “Big Brother” kavramını ortaya atarak günümüzdeki Amerikan hegemonyasına ne kadar yaklaşmışsa, Aldous Huxley de Cesur Yeni Dünya’da hedonistik toplumun birey olmaktan nasıl korktuğunu irdeleyerek geleceği oldukça iyi tarif etmiştir.

Huxley kurduğu distopyada aynı zamanda ironik bir yaklaşıma sahiptir,dünya savaştan arınmıştır,insanlar idealize edilmiştir,herkes herkes içindir ve herkes mutludur.Dinler ortadan kalkmıştır,aile kavramı ise insanlar için pornografik bir söylemden başka bir şey ifade etmemektedir.Cinsellik özgürce yaşanmaktadır, çocuklar cinsellikle çok küçük yaşlarda tanışmaktadırlar. Toplum ,önceden belirlenmiş yumurtalarda döllenen, yapay kan ile yapay embriyoda beslenen ve gelişen, gelişmeleri sırasında şartlandırmalarla biçimlenen insanlardan oluşmaktadır.Bu insanlar alfa,beta,gamma,delta ve epsilon diye isimlendirilen gruplara ayrılır; alfalar en zeki ve en atletik grubu oluşturur ve genelde önemli konumlarda bulunurlar, epsilonlar ise en alt sınıftır,toplumun üst düzeylerinin yapmadığı işeri yapmaya şartlandırılmıştırlar ve oldukça ufak tefektirler.Tüm sınıflar embriyodan başlayıp bebekliğe ve çocukluğa kadar uzanan dönemde olmaları gerektiği gibi şartlanırlar. Aralarında sadece bazıları birey olmanın gerektirdiklerinin farkındadır, ancak insanlar onları garip olarak nitelendirirler.Tüm bu mükemmelliğe rağmen toplum birey olma yetisini tamamen kaybetmiştir.

Orwell ise yarattığı kara ütopyada politik söylemlere daha çok yer verip , bilimselliği ikinci plana atmıştır. Huxley gibi uzun bilimsel betimlemelere yer vermemiştir. Dünya üç totaliter rejime ayrılmıştır ; Okyanusya , Avrasya ve Doğu Asya.Okyanusya her zaman diğer devletlerle savaş halindedir,biri düşmanken diğeri müttefiktir.Toplum parti üyeleri ve proleterler olarak ikiye ayrılır, parti üyeleri söylemlerine derinden bağlı ,

ahlak abidesi insanlardan oluşurken proleterler daha bağımsızdırlar, ancak bu durum onların insandan bile sayılmamalarından kaynaklanmaktadır.Partide çalışanları her zaman denetleyen tele ekranlar bulunur,parti düzenine ters hareket eden ,hareket etmese de sadece

düşünerek bile suç işleyen insanlar düşünce polislerince yakalanıp temizlenirler.Kadınlar ve erkekler arasındaki cinsel hazlar suç teşkil eder,aileler çocuklarını sevmeye teşvik edilirken, çocuklar ise ailelerinden kopuk ve duygusuz yetişirler.Böylece çocuklar ailelerini denetleyebilir ve herhangi bir düşünce suçu işlendiğinde ailelerini umursamadan düşünce polisine yakalatırlar. Toplum savaşın barış, cehaletin kuvvet, özgürlüğün kölelik olduğuna inandırılmıştır.Orwell kitabında hem totaliter kapitalist rejimleri hem de totaliter komünist rejimleri eleştirir.Baskı altındaki tüm toplumlar aynıdır.

Huxley, Zamyatin’in `Biz` adlı romanından etkilenmiştir. Orwell ise bir Lev Troçki hayranıdır,bu romanlarına da yansır.

Aşağıdaki  linkte Cesur Yeni Dünyanın yazarı Aldous Huxley  ve -1984’ün yazarı George ORWELL’in aynı felakete iki zıt yolla nasıl gidileceğini anlatan müthiş bir çalışma bulunmaktadir:

Sizin için çevirisini yapıp uzağa değil hemen aşağıya iliştirdi kaytan bıyıklı dilberiniz..

***Orwell kitaplarının yasaklanacağından korkuyordu..

Huxley kitap okuyan kimse olmadığından yasaklamak için herhangi bir neden olmamasından…

***Orwell bizi bilgiden mahrum bırakanlardan korkardı..

Huxley ise edilgen ve bencil olmamızı sağlayan bilgiler silsilesinden…

***Orwell gerçeklerin gizleneceğinden endişelenirdi..

Huxley ise gerçeğin gereksiz bilgiler denizinde boğulmasından..

***Orwell tutsak bir toplum olmamızdan korkardı..

Huxley ise toplu seks poplu seks, duygusal ve ahlaksal boşluğu içinde barındıran bayağı bir toplum olmamızdan..

Huxley’nin “Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret” kitabında belirttiği gibi; despot yönetime karşı hep tetikte olan insan hakları savunucuları ve rasyonalistler “insanoğlunun eğlenceye karşı bitmez iştahı”nı hesaba katamadılar.

***1984’de insanlar acı çektirilerek kontrol edilirken;

Cesur Yeni Dünya’da insanlar mutlu edilerek kontrol edilir..

Kısacası Orwell nefret ettiğimiz şeylerin sonumuzu getireceğini düşünüyordu..

Huxley ise sevdiğimiz şeylerin..

Bu linkteki tüm sözler Orwell’in değil de HUxley’nin haklı olma ihtimalini konu alan *Amusing Ourselves to Death* Televizyon Öldüren Eğlence adlı kitaptan alınmıştır..

BECKETT SERGISI

Yayınlandı: Nisan 27, 2010 / Literature, Poem

Uluslararası İstanbul Şiir Festivali 2010 Tema ülkesi: İrlanda.. Bu baglamda tadindan yenmez bir sergi biz edebiyat severleri beklemekte…

4 Mayıs – 15 Mayıs tarihleri arasında İrlanda Büyükelçiliği, Beyoğlu Belediyesi, İstanbul 2010 Ajansı ve Uluslararası İstanbul Şiir Festivali ortaklığıyla, Beyoğlu Sanat Merkezi’nde yirminci yüzyılın en güçlü kalemlerinden Samuel Beckett’ın hayatı ve çalışmalarını retrospektif bir şekilde konu alan bir sergi gerçekleştirilecektir.

Yirminci yüzyıl yazarları arasında en çok takdir edilen ve üzerinde en çok tartışılan Samuel Beckett (1906-1989) Dublin’de doğdu. Tiyatro oyunları ve düzyazılarında, modern insanın ızdırabını kara mizah yoluyla sade bir güzellik ve zamansız bir öngörü ile yakalamayı başardı. ‘Roman ve drama türlerinde, yeni formlarda oluşturduğu eserlerinde, modern insanın yoksunluğunu yücelten’ Beckett, 1969’da Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Olabildiğince hassas ve utangaç bir karaktere sahip olan yazar, dostlarına ve çevresindekilere karşı her zaman nazik ve cömert davrandı. Yakın çevresine karşı ne kadar esprili ve sıcaksa, mahremiyetine de bir o kadar düşkün olan Beckett, eserlerinin tanıtımı için röportaj vermez ve pek de çaba sarfetmezdi. Buna rağmen, ince kırılgan duruşu, derin kırışıklarla örülü yüzü, kısa gri saçları, gagamsı burnu ve martı-gözleriyle yirminci yüzyılın en ikonik yüzlerinden biridir. Etkilendiği başlıca İrlandalı yazarlar Jonathan Swift, J.M. Synge, William ve Jack Butler Yeats ve yakın dostu ve rol modeli diye tabir ettiği James Joyce’tur. ‘Godot’yu Beklerken’ ve ‘Molloy’, ‘Malone Ölüyor’ ve ‘Adlandırılamayan’ roman üçlemesi başlıca eserleri sayılmaktadır. Samuel Beckett, William Butler Yeats ve James Joyce ile birlikte yirminci yüzyıl edebiyatının en etkili yazarlarındandır.

Daha fazla bilgi ve etkinlik programı icin:

info@istanbulsiirfestivali.org
http://www.istanbulsiirfestivali.org

An exhibition on the life and work of Samuel Beckett (1906-1989), one of the greatest dramatists and writers of the twentieth century will take place at Beyoğlu Art Gallery, from 04-15 May with the cooperation of the Irish Embassy, Beyoğlu Municipality, Istanbul 2010 European Capital of Culture Agency and International Istanbul Poetry Festival.

Samuel Beckett (1906-1989) was born in Dublin. He was one of the leading dramatists and writers of the twentieth century. In his theatrical images and prose writings, Beckett achieved a spare beauty and timeless vision of human suffering, shot through with dark comedy and humour. His 1969 Nobel Prize for Literature citation praised him for ‘a body of work that in new forms of fiction and the theatre has transmuted the destitution of modern man into his exaltation’. A deeply shy and sensitive man, he was often kind and generous both to friends and strangers. Although witty and warm with his close friends, he was intensely private and refused to be interviewed or have any part in promoting his books or plays. Yet Beckett’s thin angular countenance, with its deep furrows, cropped grey hair, long beak-like nose and gull-like eyes is one of the iconic faces of the twentieth century. He was influenced by many of his Irish forebears, Jonathan Swift, J.M. Synge, William and Jack Butler Yeats, and particularly by his friend and role model, James Joyce. Beckett is famous for “Waiting for Godot” and his trilogy of novels, “Molloy”, ‘Malone Dies” and “The Unnamable”. He and two other great writers, William Butler Yeats and James Joyce, are considered key influential figures in 20th century literature.

For more information :

info@istanbulsiirfestivali.org
http://www.istanbulsiirfestivali.org


Brechtian Blues diye tabir edilen türe mensup olan The Tiger Lillies grubu, pazarda 15 Alman Markına kırmızı bir şapka satan Rusların, cenazesi karanlık sularda kaybolmuş denizcilerin, evinizin döşemesine kusan kör Willy’nin, dövmeli adama asik sakalli kadinin, koyun siken homoseksuel hermafrodit Pakistan asilli Birmingham’li gunahkarin, albino cuceler, dans eden ayilar, tavuk basi isiran kizlar, bogazlarini yakan ates yiyiciler, salyangoz vucutlu oglanlar, elleri ve gözleri kanayan adamlar ve nicelerinin parcasi oldugu freakshow uyelerinin, pezevenginin dayaklarindan olusan morluklari vucudundaki dövmelerin gizledigi Lisa’nin, yasli kadinlari merdivenlerden asagi itip, bebekleri tekmelemekten zevk duyanlarin, cennette Joni Mitchell gibi sarki söyleyen Isa ve son derece ic bayici tanridan sikilanlarin, yuksek bir mevkiiden gelip tertemiz kiyafetler giymesine ragmen hic temiz hissetmeyen Soho çocugunun, her turlu normun disina atilmis cingenelerin, herseyi herseyi yakmayi seven kundakcilarin, yasli fahiselerin, hirsizlarin, pezevenklerin, tecavuzculerin, Isa`yi carmiha gererken bang bang bang civi cakanlarin, tirnaklarini yedigi icin parmaklari kesilen çocugun, surekli masturbasyon yuzunden derslerinden geri kalan otuzbirci jimmy’nin, ve daha bir suru kenarda kose kalmis karakterin, huzunlu korkunç vahsi komik grotesk teatral kirmizi mavi sarkilarini soyler…

Her dinleyişte rahatsiz olurum orgazmik bir keyfin yani sira…çingene hüzünlü vodvil coşkusu… Ancak eger palyaçolardan korkuyorsaniz onları sahnede izlemeye kalkişmayin..Malum, bir palyaçoyu sevmek kolay değildir acılı bir tat bırakır insanın ağzında…

Solist:Martyn Jacques

Davul:`James Joyce on Drum`diye nitelendirilen Adrian Huge

Kontrbas: Adrian Stout



Trio’nun fotografi ve  yukarida `Living Hell’ klibine gelince;San Francisco’lu fotoğrafçı
Mark Holthusen tarafindan çekilmiş.. Fotografcinin diger fotograflari icin buraya tıklayın..

TÜRKİYE

Yayınlandı: Nisan 22, 2010 / Poem

Allen Ginsberg’e

Oğlanlardan ve alkolden vaktim arttıkça seni düşü-
nüyorum Türkiye, inan doğru bu kere yanılsamam
ve ruhumun yavşak zıpırlığı, hiç değilse ayık
dolaşamayacak kadar dürüstüm,
Türkiye, Tarkan öleli çok oldu, artık onu unut; bu-
nadı kurt. Playboy’a annemin çıplak resimlerini
satarak Beyaz Saray’a sırnaşmayı düşlüyorum
spermi biraz fazla kaçırdığımda,
Beş parasız paraladığım sokaklarında embesillerini
ve taşak kalpli aydınlarının sidik yarışlarını
görüp bol bol osuruyorum, başbakanı dinlerken
televizyon karşısında ekrana ekmek teknemi aç-
mak ya da esrar içmek, geğirmek en büyük mutlu-
luk bana verdiğin,
Otuz bir çekmediğim gecelerde düşler kuruyorum se-
nin hakkında, hür hülyalarımda sana zerre kadar
yer vermiyorum ama, maalesef ayakta kalıyorsun,

Sosyal demokrat idiotlarını, orospu tavukların
uğrak yeri sanat galerilerini, festival sar-
kaçlarını, ölüsevici kültürünün uyanık tez-
gahtarlarını ve tezgahın altında neler dön-
düğünü farkedecek kadar sosyalistim,
Hapsine düşmedim henüz, o yüzden tam solcu sa-
yılmam köle pazarı piyasanda, kıçına cop
girdiği için şair olanlardan da değilim; eli
kulağındadır tımarhanelerinden birinde tes-
cilli manyak olmamın ve koynuna girmediğin-
den dorukta sıçanların, o yüzden ibneliğim
de test edilip onaylanmadı,

Uyuşukluklarıyla iktidara peşkeş çekip çaktır-
madan, sonnet’leriyle, balad’ larıyla köçek-
leşen, raconları kıyak geçme üzerine kurulu
mason-ulema tayfanı da tanırım, sen de bilir-
sin ki havlayan it ısırmaz Türkiye, bak, biz-
bizeyiz, çekinme, şu azınlıkları ne zaman ke-
sip kızartacağız, çok acıktım Türkiye,
Nazım’ını severim, buna kızabilirsin, ama bazı
-ne demekse- naif şairlerinin, devlet sanat-
çısı olmasına ve adının iktidar şakşakçısı
starlarla bir anılmasına dair çabalarına izin
verdiğinden, sana korkunç müteşekkirim, inti-
harımı hızlandırıyorsun böylelikle, böylelik-
le artıyor kirim ve seninle kirimiz, ne gam?
iyi akşamlar. Persil Supra.
Mustafa Suphi, artık hamsi mi Türkiye, dikkat et,
balıkları örgütlemesin,

Allah’a inanmıyorum, Osmanlı’yım velhasıl, akın
edip Avrupa’ya, toplayıp getiremesem de cil-
lop gibi veletleri, n’apalım, burdaki lüm-
pen teen-ager’larla idare ediyorum,
Türkiye, ayıptır sorması ne zaman akıllancağız;
Türkiye, Kıbrıs’ın yakasını ne zaman bıraka-
cağız ve ne zaman yaraşır olacağız binlerce
devrim şehidimize,
Türkiye, hiç terbiye edinemedim, yeteneğim bu ka-
dar; çük kadarken okudum Sabahattin Ali’yi,
Kafka’yı, Dostoyevski’yi, London’ı; Kapital’e
başlayışım babamla aramızda çıkan küçük bir
harçlık sorununa dayanır,

IQ’larımızın düşük olduğunu sanmıyorum, peki
bir eşek şakası mı bu; köy enstitüleri,
halk eğitimler, halkevleri ne ayak; Behice
Boran iyi ki unutuldu; iyi oldu, eline
sağlık Türkiye,
Hasbelkader bir önerim var: CIA, Eurovision’u
kazanmamızı, AET’na girmemizi sağlayamaz
mı acaba, şüphesiz, eh benimki de salaklık,
haklısın Türkiye,
Bizi milletçe sevmeyenlere ayar oluyorum; ağız-
larını burunlarını kırarak onlara medeniyet
öğretmek istiyorum Türkiye,

Ben, sex-shop’ların, komünist partinin, müslü-
man demokrat partinin, rock partinin, çeşit
çeşit gay barların açılmasını, askerliğin
kaldırılmasını istiyorum Türkiye; bu top-
raklarda Nobel, Oscar, LSD, özgürlük ve sik
anıtları görmek istiyorum: kişi başına düşen
milli gelirden bana ait payı iade ediyorum
bütün bu harcamalar adına sana; hapishane-
ler, hayvanat bahçeleri, kamplar, tımarhane-
ler boşaltılsın derhal; ben bütün kentlerin
de barışla, erdemle, insanlık haklarımla ke-
yiften gebere gebere, ıslık çalarak dolaşan
bir seyyah olmak istiyorum; Mandela kötü a-
dam, döv onu Türkiye,

Uzak Asya’dan gelip Akdeniz’e bir kısrak ba-
şı gibi uzanan bu memleket.. sizin! afiyet
olsun efendiler’ demekten bıktım, bıktık,
anlıyor musun, orada mısın Türkiye,
Ama yine de memnun olmuyorsan bu tavırdan ve
kızıyorsan ve sinirleniyorsan, olsun, biz
yine geliriz; yine yazar, söyleriz;ölürüz;
biz yine gideriz; sen rahatını bozma o za-
man, güzel bir çocuk gibi bu şık dünya ya-
tağında, böyle masum böyle mazlum uyu Tür-
kiye,

Küçük İskender

AMERICA / AMERİKA

Yayınlandı: Nisan 22, 2010 / Poem

America I’ve given you all and now I’m nothing.
America two dollars and twenty-seven cents January 17, 1956.
I can’t stand my own mind.
America when will we end the human war?
Go fuck yourself with your atom bomb
I don’t feel good don’t bother me.
I won’t write my poem till I’m in my right mind.
America when will you be angelic?
When will you take off your clothes?
When will you look at yourself through the grave?
When will you be worthy of your million Trotskyites?
America why are your libraries full of tears?
America when will you send your eggs to India?
I’m sick of your insane demands.
When can I go into the supermarket and buy what I need with my good looks?
America after all it is you and I who are perfect not the next world.
Your machinery is too much for me.
You made me want to be a saint.
There must be some other way to settle this argument.
Burroughs is in Tangiers I don’t think he’ll come back it’s sinister.
Are you being sinister or is this some form of practical joke?
I’m trying to come to the point.
I refuse to give up my obsession.
America stop pushing I know what I’m doing.
America the plum blossoms are falling.
I haven’t read the newspapers for months, everyday somebody goes on trial for
murder.
America I feel sentimental about the Wobblies.
America I used to be a communist when I was a kid and I’m not sorry.
I smoke marijuana every chance I get.
I sit in my house for days on end and stare at the roses in the closet.
When I go to Chinatown I get drunk and never get laid.
My mind is made up there’s going to be trouble.
You should have seen me reading Marx.
My psychoanalyst thinks I’m perfectly right.
I won’t say the Lord’s Prayer.
I have mystical visions and cosmic vibrations.
America I still haven’t told you what you did to Uncle Max after he came over
from Russia.

I’m addressing you.
Are you going to let our emotional life be run by Time Magazine?
I’m obsessed by Time Magazine.
I read it every week.
Its cover stares at me every time I slink past the corner candystore.
I read it in the basement of the Berkeley Public Library.
It’s always telling me about responsibility. Businessmen are serious. Movie
producers are serious. Everybody’s serious but me.
It occurs to me that I am America.
I am talking to myself again.

Asia is rising against me.
I haven’t got a chinaman’s chance.
I’d better consider my national resources.
My national resources consist of two joints of marijuana millions of genitals
an unpublishable private literature that goes 1400 miles and hour and
twentyfivethousand mental institutions.
I say nothing about my prisons nor the millions of underpriviliged who live in
my flowerpots under the light of five hundred suns.
I have abolished the whorehouses of France, Tangiers is the next to go.
My ambition is to be President despite the fact that I’m a Catholic.

America how can I write a holy litany in your silly mood?
I will continue like Henry Ford my strophes are as individual as his
automobiles more so they’re all different sexes
America I will sell you strophes $2500 apiece $500 down on your old strophe
America free Tom Mooney
America save the Spanish Loyalists
America Sacco & Vanzetti must not die
America I am the Scottsboro boys.
America when I was seven momma took me to Communist Cell meetings they
sold us garbanzos a handful per ticket a ticket costs a nickel and the
speeches were free everybody was angelic and sentimental about the
workers it was all so sincere you have no idea what a good thing the party
was in 1835 Scott Nearing was a grand old man a real mensch Mother
Bloor made me cry I once saw Israel Amter plain. Everybody must have
been a spy.
America you don’re really want to go to war.
America it’s them bad Russians.
Them Russians them Russians and them Chinamen. And them Russians.
The Russia wants to eat us alive. The Russia’s power mad. She wants to take
our cars from out our garages.
Her wants to grab Chicago. Her needs a Red Reader’s Digest. her wants our
auto plants in Siberia. Him big bureaucracy running our fillingstations.
That no good. Ugh. Him makes Indians learn read. Him need big black niggers.
Hah. Her make us all work sixteen hours a day. Help.
America this is quite serious.
America this is the impression I get from looking in the television set.
America is this correct?
I’d better get right down to the job.
It’s true I don’t want to join the Army or turn lathes in precision parts
factories, I’m nearsighted and psychopathic anyway.
America I’m putting my queer shoulder to the wheel.

Allen Ginsberg

AMERİKA
Amerika sana her şeyimi verdim,şimdi bir hiçim ben.
Amerika, iki dolar yirmi yedi sent 17 Ocak 1956.
Kendi kafama bile dayanamıyorum.
Amerika, ne zaman bitireceğiz insanlarla savaşı?
Al da kıçına sok atom bombanı.
Keyfim yerinde değil, sıkma canımı.
Kafam düzelmeden yazmıyacağım şiirimi.
Amerika ne zaman melekleşeceksin?
Ne zaman soyunacaksın çırılçıplak?
Ne zaman bakacaksın kendine mezarlıktan?
Ne zaman yaraşır olacaksın milyonlarca troçkistine?
Amerika neden gözyaşı dolu kitaplıkların?
Amerika yumurtalarını Hindistan’a ne zaman yollayacaksın?
Amerika bu senin çılgın isteklerinden artık bıktım.
Ne zaman süpermarkete gidip gerekeni alabileceğim
güzel gözlerimin hatırı için?
Amerika ne de olsa bir sen varsın, bir de ben kusursuz
olan, öteki dünya değil.
Şu makinaların da sıkıyor artık beni
Bana ermiş olma isteğini sen verdin.
Bir başka yolu olmalı bu tartışmayı sona erdirmenin.
Burroughs Tanca’da şimdi, döneceğini de sanmıyorum, korkunç
bir şey bu.
Sen de korkunçlaşıyor musun, yoksa bir eşek şakası mı bu?
Konuya gelmeye çalışıyorum.
Saplantılarımdan vazgeçmeyi reddediyorum.
Amerika itip kakma öyle, ben ne yaptığımı biliyorum.
Amerika erikler çiçek döküyor.
Aylardır gazetelere bakmadım, her gün birileri yargılanıyor
insan öldürmekten.
Amerika Wobbly’leri düşündükçe duygulanıyorum.
Amerika küçükken komünisttim ben, pişman da değilim.
Şimdi her fırsatta marihuana içiyorum.
Günlerce evde oturup kenefteki gülleri seyrediyorum.
Ne zaman Çin Mahallesine gitsem sarhoş olup kimseyle
düzüşemiyorum.
Sen beni asıl Marx okurken görecektin.
Hiçbir şeyim olmadığını söylüyor ruh doktorum.
Rabbin Duasını okumayacağım.
Mistik hayaller görüyor, kozmik ürpermeler geçiriyorum.
Amerika sana daha söylemedim Max Amca’ya yaptıklarını
Rusya’dan geldikten sonra.

Sana sesleniyorum Amerika.
Duygusal hayatını Time Dergisinin yönetmesine
göz yumacak mısın?
Şu Time Dergisine de çok bozuluyorum.
Her hafta düzenli okuyorum.
Kapağı hep bana bakıyor köşedeki şekercinin önünden
gizlice geçerken.
Berkeley Halk Kitaplığının bodrum katında okuyorum Time’ı
Durmadan sorumluluktan söz ediyor bana. İş adamları ciddi.
Film yapımcıları ciddi. Herkes ciddi benden başka.
Birden anlıyorum ki ben Amerikayım.
Gene kendi kendimle konuşmaktayım.

Asya ayaklanıyor bana karşı.
Bir Çinlinin bile şansı yok bende.
Yeniden düşünsem iyi olacak ulusal kaynaklarımı.
İki plaka marihuana, milyonlarca cinsellik organı, asatte
1400 mil hızla giden basılamıyacak bir özel edebiyat ve
yirmi beş bin akıl hastanesi ulusal kaynaklarım.
Zındanlarımı, beş yüz güneş ışığı altında saksılarda
yaşıyan milyonlarca hakkı yenmiş insanı hesaba katmı-
yorum.
Fransa’daki genelevleri kapattım, şimdi sıra Tanca’dakilerde.
Katolik olmasına katoliğim ya, gene de Cumhurbaşkanı olmak
bütün tutkum.

Amerika senin bu budala havanda nasıl kutsal bir övgü yazarım?
Ben de Henry Ford gibi işi bırakmıyacağım benim dörtlükler de
onun çıkardığı otomobiller kadar kişisel, hem de
daha özgün çünkü her biri değişik cinsiyetten.
Amerika sana tanesi 2500 dolara dörtlüklerimi satacağım,
verdiğin her eski dörtlüğü de 500 dolar eksiğine
alacağım.
Amerika Tom Mooney’i serbest bırak.
Amerika İspanyol Cumhuriyetçilerini kurtar
Amerika Sacco Vanzetti ölmemeli
Amerika Scottsboro çocuklarıyım ben.
Amerika ben yedi yaşındayken komünist hücre toplantılarına
götürürdü beni anam bir bilete bir avuç dolusu leblebi
satarlardı bize bir bilet beş sent konuşmalar parasızdı
herkes melek gibiydi duyguluydu işçilere karşı her şey
o kadar içtendi ki bilemezsin partinin 1935’te ne kadar
iyi bir şey olduğunu Scott Nearing sapına kadar erkek
heybetli bir ihtiyardı Bloor Ana ağlatmıştı beni bir
kez de Israel Amter’i görmüştüm orda yakından. Herhalde
herkes birer casustu.
Amerika gerçekten savaşa girmek istemiyorsun biliyorum.
Amerika o kötü Ruslar savaşı isteyen.
O Ruslar o Ruslar sonra o Çinliler. Evet o Ruslar.
Çiğ çiğ yutmak istiyor bizi Rusya. Rusya iktidar delisi.
Otomobillerimizi almak istiyor garajlarımızdan.
Şikago’yu ele geçirmek istiyor. Bir Kızıl Reader’s Digest
istiyor Rusya. Sibirya’ya götürmek istiyor otomobil
fabrikalarımızı. O koca bürokrasi işletsin istiyor
benzin istasyonlarımızı.
İyi bir şey değil bu. Of. Var Rusya öğretmek Kızılderililere
okumak. Var istemek koca koca zenciler. Yaa. Var bizi
çalıştırmak günde on altı saat. İmdat.
Amerika bu işin şakası yok.
Amerikan televizyonu seyretmekten edindim bu izlenimleri.
Amerika doğru mu bütün bunlar?
En iyisi hemen kolları sıvamak.
Doğrusu ne askere gitmek istiyorum, ne de fabrikada tornacı
olmak, hem gözlerim iyi görmüyor, hem de ruh hastasıyım
üstelik.
Amerika o biçim bir omuz da ben veriyorum şu dönen çarka.

Translated by Cevat Çapan


Andy Warholla ilgili hoş bir video:http://www.dailymotion.com/video/x8xygl_andy-warhol_creation

6 Ağustos 1928’de Pittsburgh, Pennsylvania, Amerika‘da dünyaya geldi. BabasıAndrej Warhola Rus, annesi Julia Warhola ise Slovak kökenliydi ve Rusya‘dan Amerika‘ya göç etmişlerdi. İnşaat işçisi olan babası daha sonraları maden işçisi olarak çalışmıştı. Warhol ilkokul üçüncü sınıfta St.Vitus denen ve ömrü boyunca etkilerinden kurtulamayacağı bir hastalığa yakalandı. Sinir sistemini zedeleyen, zaman zaman istem dışı hareketler yapmasına neden olan bu hastalık yüzünden Warhol zaman zaman yatağa bağlı yaşıyordu. Bu süreç içinde hastalık hastası olan, hastanelerden ve doktorlardan korkmaya başlayan küçük Warhol, okulda da kendini dışlanmış hissediyordu. Yatalak olduğu dönemlerde çizimler yapan, radyo dinleyen ve film yıldızlarının posterlerini biriktiren Warhol için bu dönem kişiliğinin gelişmesinde oldukça önemli olacaktı.

1945 yılında liseyi bitiren Warhol, 1949 yılında sanata olan tutkusu yüzünden Pittsburgh’daki Carnegie Mellon Üniversitesi’nde sanat eğitimi aldı. Warhol, 1949’da New York’a taşınarak illüstratör olarak çalışmaya başladı. Glamour Dergisi’nin sanat editörü Tina Frederiks’le tanıştıktan sonra dergi için çizimler yapmaya başlayan Warhol’un aldığı ilk iş, “Başarı, New York’ta Bir İş Sahibi Olmaktır” başlıklı yazıya hazırladığı illüstrasyonlardı. Yazı yayınlandığında ismi yanlışlıkla Andy Warhol olarak yazılan tasarımcı o günden sonra soyadının son harfini hiç kullanmadı. Sade ancak karakteristiği olan mürekkep çizimleriyle kısa zamanda adını duyurdu. Warhol’un erken dönem çalışmaları daha sonra New York’taki Bodley Gallery’de sergilenecekti.

İlk solo sergisini 1952’de New York Hugo Galerisi’nde açan Warhol, Truman Capote’un hikayelerini resimlendirmek için çizdiği illüstrasyonları sanatseverlerle buluşturmuştu. 1953-1955 tarihleri arasında bir tiyatro topluluğu için sahne tasarımları da yapan tasarımcı, saçını gümüş rengine boyattı. Aynı dönemde ilk kitaplarını da yayımlayan Warhol’un eserleri 1956 yılında New York Modern Sanat Müzesi’nde sergilendi. Warhol, Miller Ayakkabıları için yaptığı reklamlarla “35 Yıllık Sanat Yönetmenleri Kulübü Büyük Ödülü”nü kazandı. Aynı ödülün bir sonraki yıl da sahibi olan Warhol, 1960 yılında ilk tablolarını yapmaya başladı.

Dick Tracy, Superman Returns, Temel Reis gibi çizgi roman kahramanlarını resmeden Warhol, Coca Cola şişelerini de kullanıyordu. Büyük sanat eleştirmenleri Warhol’un yeteneğinin farkına 1961’de vardılar ve 1962’de çizimlerini yaptığı dolar banknotları ve Campbell marka çorba kutusu üzerine yaptığı tasarımlar, “Yeni Gerçekçilik” ismi verilen bir pop-art sergisinde sergilendi. Bu sergiyle büyük başarı kazanan Warhol artık New York’taki sanat çevresi tarafından isminden övgüyle söz edilen bir tasarımcı olmuştu. Warhol, 1963 yılında “Fabrika” adını verdiği stüdyosuna taşınarak “Red Jeckie” ve “Flower” ismini verdiği resim serilerini çizmeye başladı. 1964 yılına kadar “Fabrika”da 2000 kadar resim yapan ve bir çok film çeken Warhol, Marilyn Monroe,Troy Donahue ve Elizabeth Taylor gibi ünlü isimleri resmettiği çalışmalarıyla da oldukça popüler olmuştu.

Amerikan popüler kültürünün öne çıkan imajlarını kullanmayı seven Warhol, çalışmalarında günlük hayatta herkesin kullanageldiği nesneleri temel alıyordu. Para, ayakkabı, yiyecek, ünlüler ve gazete kupürlerini figür olarak işleyen sanatçı, sıradan ürünleri ya da markaları işlerinde kullanmasını ise şu şekilde açıklıyordu:

“En zengin ve en fakir tüketici, bu markaları ortaklaşa kullanabiliyor. Amerika başkanı da Coca-Cola içiyor, siz de içiyorsunuz. Bu, bir nevi eşitlik anlamına geliyor.”

Warhol, kendisiyle yapılan bir röportajdaysa;

“Birisinin yazdığı kitabı okumaktansa, kendine iç çamaşır alışını seyretmeyi tercih ederim.”

demişti.

Warhol çektiği kısa filmlerle Bağımsız Film Ödülü’nün de sahibi oldu. “Empire” ve “sleep” isimli iki deneysel uzun metrajlı filmin de yönetmenliğini yapan Warhol’un Empire isimli filmi sekiz saat sürüyordu. Empire State Building’in karşısına konulmuş bir kameranın 8 saat boyunca sabit bir noktada çalıştırılmasıyla kaydedilen görüntülerden oluşan filmindeki temayı diğer çalışması “Sleep”te de kullandı. Sleep, uyumakta olan birinin 6 saatlik uykusunu görüntülüyordu.

1965 yılında sürpriz bir kararla artık resim yapmayacağını açıklayan Warhol, bu kararına da 1972 yılına kadar sadık kaldı. Bu süreç içinde müzik grubu Velvet Undreground’u keşfeden sanatçı, modellik yapan Nico’yu Lou Reed, John Cale, Sterling Morrison ve Maureen Tucker’dan oluşan Velvet Undreground’da vokal yapması için ikna etti ve grubun ilk albümlerinin prodüktörlüğünü de yaptı. Albüm müzik eleştirmenleri tarafından “O döneme kadar yapılmış en etkileyici albüm” olarak göklere çıkartıldı ve Warhol, albümün konsepti üzerine “Exploding Plastic Inevitable” (Kaçınılmaz plastik patlaması) isimli multimedya bir gösteri hazırladı. Açılışı 1966 yazında gerçekleşen gösteride ana sahnede grup müzikal performansını gösterirken, yan sahnelerde müzikle uyumlu görsel unsurlar kullanılıyor, renkli ışıklar ve filmler sahneye ve grubun üzerine yansıtılıyordu. Gösterinin seyirci üzerindeki etkisi şok edici oldu ve daha sonra Lou Reed’in biyografisini yazacak olan Diana Clapton gösteri için “Cehennemin bekleme salonu” ifadesini kullandı. Velvet Underground’la Andy Warhol’un yolları Lou Reed’in gruba yeni bir prodüktör bulmasıyla ayrıldı.

3 Haziran 1968’de Warhol’a, radikal bir feminist olan Valerie Solanis tarafından suikast girişiminde bulunuldu. Anında tutuklanan Solanas, Warhol için “Hayatım üzerinde bu kadar kontrol sahibi olmasından rahatsızdım” açıklamasında bulundu. Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan Warhol ise göğsünden aldığı üç yara nedeniyle önce öldü sanılmıştı. Ancak kalp masajıyla hayata döndürülen sanatçı iki ay kadar yatağa bağlı yaşamak zorunda kaldı.

70’li yıllarda biraz daha sakin bir hayat sürme kararı alan Warhol, zamanının çoğunu Michael Jackson, Mick Jagger, Liza Minelligibi ünlü isimlerin portrelerini yapmaya ayırdı. Bu dönemde “Interview” isimli dergiyi de kuran sanatçı, “The Philosophy of Andy Warhol” isimli kitabını da yayımladı.

80’lerde maddi olarak çok güçlenen Warhol, Jean-Michel Basquiat’ın da aralarında olduğu genç sanatçılara destek vermeye başladı. Andy Warhol 22 Şubat 1987’de, 58 yaşındayken New York’ta hayata gözlerini yumdu. Yoko Ono’nun konuşmacı olarak katıldığı bir cenaze töreni ile Pensilvanya’daki Bethel Park mezarlığına defnedilen Warhol, sıra dışı tarzına rağmen kendini her zaman dini bütün bir insan olarak tanımlamış, fırsat bulduğu her an New York’taki kimsesizler evlerinde gönüllü olarak çalışmış, sık sık kiliseye gitmiş, rahip olmak için eğitim gören yeğenini her açıdan desteklemişti.

Amerika’nın tek sanatçıya adanmış en büyük müzesi, Pensilvanya’daki Andy Warhol Müzesi’dir. İçinde sanatçıya ait yaklaşık 12,000 çalışma bulunmaktadır. New York’ta Warhol Vakfı, Slovakya’da da bir Warhol Aile Müzesi vardır.

Yayınlandı: Nisan 20, 2010 / Music

Bu şaheser Glascow School of Arts’ta öğrenci olan James Houston tarafından okul projesi olarak yapılmış..Pek yaratıcı, jodrefil bir çalışma..
Enstrümanların listesi şöyle:
Sinclair ZX Spectrum – Gitar (ritim & lead)Epson LX-81 Dot Matrix Yazıcı– DavulHP Scanjet 3c– Bass GitarSabit Sürücü – Vokal & FX