Aralık, 2010 için arşiv


Mucize melodilerin diyarından -evet Norveç’ten- bir grup; Kings Of Convenience.. İlk albümlerinin ismi “Quiet is a New Loud” beni benden almıştır.. Bu gruba doyamayacaksınız..
Ayrıca I’d Rather Dance With You şarkısı var ki; şarkıyı dinleyen ve klibi izleyen her 5 kişiden 6’sının beğeneceğine eminim!!

Blonde Redhead*Girl Boy*

Yayınlandı: Aralık 25, 2010 / Music
Etiketler:

İyi ‘gelecek’ akşamlar…

COLLAGE WITH TWO FLIES

Yayınlandı: Aralık 23, 2010 / Art
Etiketler:,


Photograph taken in PERA Museum..
by Cansu BAYRAM


Gün boyu Pera Müzesinde “Çarlık Rusyası’ndan Sahneler” sergisinin etkisi altında kaldım ve bu haz daha da uzun süreceğe benziyor..

Rus Devlet Müzesi Koleksiyonu’ndan 19. Yüzyıl Rus Klasikleri sergisi, İstanbul’da ilk kez sergilenecek bir dizi başyapıtı sanatseverlerle buluşturmanın yanısıra, Rus gerçekçi resimleri üzerinden, Rusya tarihinin bir dönem kesitini de sunuyor.

St. Petersburg‘daki Rus Devlet Müzesi’nin zengin koleksiyonundan seçilen başyapıtlar; çalışma ve yoksulluk, çocukların dünyası, halk eğlenceleri, savaş ve ölüm ile kentsoyluları konu alan sahnelerle devrime kadar yaşamın her alanından kesitleri yansıtıyor.

“Rus ruhu”; edebiyatta, müzikte ve güzel sanatlarda aşk, acı ve ölümün kol gezdiği bir duygu dünyası olarak işlenmiştir. Gündelik yaşam resimlerine 1860’lardan sonra gerçekçi eğilimler hâkim olur. İlerici ressamlar, çağın can alıcı sorunları olan sosyal adaletsizlik, serflik (1861’e kadar Rusya’da köylüler büyük toprak sahiplerinin mülkü sayılıyordu), çocuk işçiliği, kadınların hor görülmesi, yoksulluk gibi konuları işlemeye başlar. Gündelik yaşam, artık sanatçıların ilgi alanına girmiştir.

1870’ler ve özellikle de 1880’lerden sonra resimlerde daha olumlu bir hava esmeye başlar, acılarla dolu dünyadan yavaş yavaş çıkılır. Halk artık kurban değil, güçlü bir öznedir. Folklora, halkın doğa ve evren anlayışını şiirsel bir anlatımla betimlemeye önem veren bir eğilim belirir. Toplumsal sorunlar bütünsellikleri içinde ele alınır, artık suçlama değil, tahlil vardır.

Repin’den Makovski’ye, Yaroşenko’dan Şişkin’e ve dönemin daha pek çok ünlü sanatçısına yer veren sergi, dönemin Rusyası’nı hemen her yönüyle anlatırken, ele aldığı konular ve tiplemeleriyle, sanatseverlere Nikolay Gogol, Fyodor Dostoyevski gibi büyük Rus yazarlarının eserlerini okuyormuşçasına ayrı bir keyif de verecek.

FRIDA VE DIEGO PERA’DA BULUŞUYOR..

Yayınlandı: Aralık 20, 2010 / Art
Etiketler:, ,

Gelman Koleksiyonu’ndan Frida Kahlo ve Diego Rivera sergisi, 23 Aralık 2010 –
20 Mart 2011 tarihleri arasında, 20. yüzyıl sanatının Meksika ve dünyadaki en çarpıcı figürlerinden ikisini, Frida Kahlo ve Diego Rivera’yı sanatseverlerle buluşturuyor.

Yapıtları kadar özgün karakterleri, yaşam öyküleri ve merak uyandıran birliktelikleriyle de ilgi uyandıran sanatçılar, 40 yapıttan oluşan bir sergiyle Türkiye’de ilk kez Pera Müzesi’ne konuk oluyorlar.

Yaşamlarının önemli bir bölümünü Meksika’da geçirmiş koleksiyoner bir çift olan Jacques ve Natasha Gelman’ın, 20. yüzyıl Meksika sanatına da odaklanan geniş koleksiyonunda yer alan yapıtlar, Frida Kahlo’nun sanatsal kişiliğinin derin izlerini yansıtan otoportreleri ile Diego Rivera’nın az sayıdaki tuval resmi örneklerinin en önemlilerinden. Dünya çapındaki bu ünlü koleksiyon, Meksika dışında daha önce çok az sayıdaki sergide izleyiciyle buluşabildi.

Pera Müzesi’nde yer alacak sergide, Berlin ve Viyana’da düzenlenen ve 2010 yılına damgasını vuran Frida Kahlo Retrospektifi’nin en gözde Kahlo yapıtlarının yanı sıra Diego Rivera’nın tuvalleri de yer alıyor. Yapıtları ve yaşamlarıyla sinema ve edebiyat dünyasına da esin vermiş ikilinin eserleri 20 Mart 2011 tarihine kadar Pera Müzesi’nde izlenebilecek.

kaynak: peramuzesi.org.tr

GÖZLERİNDEN OKUNUYOR!!!

Yayınlandı: Aralık 15, 2010 / Art
Etiketler:,

Leonardo Da Vinci’nin gizemli tablosu Mona Lisa’nın gözbebeklerinde harf ve sembollerle işlenmiş şifre bulundu.

İtalyan ressam Leonardo da Vinci’nin 500 yıl önce yaptığı ve ölene kadar yanından ayırmadığı gizemli tablosu Mona Lisa’nın gözlerinde şifreler bulundu. Tarihi bir belgede Mona Lisa’da semboller bulunduğu bilgisine ulaşan İtalyan Ulusal Kültür Mirası Komitesi, özel izinle Paris’teki Louvre Müzesi’ne gitti. Tabloyu yüksek çözünürlükte inceleyen uzmanlar, Mona Lisa’nın sağ gözünde ressamın adının kısaltması olan LV harflerini sol gözünde ise harf ve rakamlardan oluşan bazı semboller gördü. Komite Başkanı Silvano Viceti, “Ressam gözbebeklerine C, E ve B harfleri gibi bir dizi sembol işlemiş. Şifreyi çözmeye çalışıyoruz” dedi.

kaynak: haberoku.net.


Yukarıda Petra Berger’ın Hürrem Sultan ile ilgili şarkısını dinleyebilirsiniz. Sözleri ise şu şekilde;

Two friends they always were and knew they’d ever be,
Built an empire side by side.
Their trust complete, they were as one identity
Beyond the bounds of greed or pride…

Then a young woman,
Just a slave,
Caught Ibrahim’s eye,
And he asked her for her name;

She came forward, she sat down, began to cry,
Raised her eyes to him,
Raised her voice to sing, singing

“I was born to please you,
I was born to rule,”……………….

To be free,
Turn the empire’s destiny!
Someday, she’ll be on the throne,
Roxelana…

(yanına geliyorum ben)

She was presented to the sultan as a gift,
A slave he’d never seen before,
Against all odds they fell in love,
And then they lived,
Joined as man and wife

She changed their way of life, singing
“I was born to please you,
I was born for love”

To be free,
Turn the empire’s destiny!
Someday, she’ll be on the throne,
Roxelana…

(Yanına geliyorum ben)

Deep in the night,
Sad and lonely, ibrahim died…

“Fighting for his life,
Sinking, thinking:
I was born to please you,
I was born to
love……………………….”

To be free,
Turn the empire’s destiny!
Someday, she’ll be on the throne,
Roxelana…

Hürrem Sultan’a en çok şiir yazan kişi Kanuni Sultan Süleyman’dır hiç şüphesiz. “Esir olmayan”a pardon Hürrem’e kalbini esir eden Süleyman’ın şiirini paylaşmazsam büyük eksiklik ve saygısızlık olur:

Celis-i halvetim, varım, habibim mah-ı tabanım
enisim, mahremim, varım, güzeller şahı sultanım

Hayatım hasılım,ömrüm, şarab-ı kevserim, adnim
Baharım, behçetim, rüzum, nigarım verd-i handanım…

Neşatım, işretim, bezmim, çerağım, neyyirim, şem’im
Turuncu u nar u narencim, benim şem’-i şebistanım

Nebatım, sükkerim, gencim, cihan içinde bi-rencim
Azizim, yusuf’um varım, gönül mısr’ındaki hanım

İstanbul’um, Karaman’ım, diyar-ı milket-i Rum’um
Bedahşan’ım ve Kıpçak’ım ve Bağdad’ım, Horasan’ım

Saçı varım, kaşı yayım, gözü pür fitne, bimarım
Ölürsem boynuna kanım, meded he na-müsülmanım

Kapında çünki meddahım, seni medh ederim daim
Yürek pür gam, gözüm pür nem, muhibbi’yim hoş halim!

şiir eksisozluk.com’dan alınmıştır.


Kimi kez ölümün gölgelerinden kaçmak değil, tam tersine o gölgeleri, ölümün bağrında
güçsüzlüğün sınırlarında, ölümün kendi sonunda büyütmek gerekebilir.
Georges Bataille

Dövüş Kulübü (Fight Club) adı dünyada yaygın olarak 1999 yılında, David Fincher’ın yönettiği, başrollerini Edward Norton ve Brad Pitt’in paylaştığı, modern topluma ve onun tüketim kültürüne keskin eleştiriler getiren filmle duyuldu. Filmin ideolojik ve felsefi teması kimileri için başrol oyuncularının medyatik star imajının yada vurdulu kırdılı dövüş sahnelerinin gölgesinde kalırken, öte yandan, çoğu izleyici bunun bir edebiyat uyarlaması olduğundan habersizdi. Aslında Dövüş Kulübü’nü yaratan Portlandlı yazar Chuck Palahniuk’tı ve öykü Hollywood dolayımıyla milyonlarca insana ulaşmadan üç yıl önce, 1996’da roman olarak yayımlanmıştı.

Chuck Palahniuk
Ukrayna kökenli Amerikan yazar Chuck Palahniuk otuzlu yaşlarına kadar herhangi bir edebi metin yazmaya kalkışmadı. Geç adım attığı edebiyat dünyasındaki ilk deneyimleri ise hiç de teşvik edici değildi. Sanıldığının aksine ilk romanı olan Invisible Monsters yayıncılar tarafından içeriği nedeniyle geri çevrildi. Ardından, büyük bir öfke duyarak, biraz da yayıncılara “canınız cehenneme” dercesine Dövüş Kulübü’nü yazdı. Fakat bu kez yayımlamayı kabul ettiler.

Gazetecilik öğrenimi gören Chuck Palahniuk, üniversite yıllarından sonra on üç yıl boyunca Freightliner adlı şirkette önce montaj hattında ardından tamirci olarak çalıştı. İlk yazdığı metinler “taşıt modifikasyon prosedürleri” ve kamyonların onarımı üzerinedir. Ve aslında, Dövüş Kulübü’nün ortaya çıkmasında büyük etkisi bulunan bir olayı bu yıllarda yaşar: Palahniuk bazı arkadaşlarıyla birlikte tatildedir. Bitişikteki kamp yerinde insanlar müziğin sesini rahatsız edici derecede açmışlardır ve bu konuda başlayan tartışma kavgaya dönüşür. Palahniuk feci şekilde yaralanır, yüzü korkunç görünmektedir. Tatilden döndüğünde, işyerinde kimse görüntüsü hakkında bir yorum yapmaz ve onun iş yaşamı dışında neler yaptığı üzerine herhangi bir şey sormaya cüret edemez. Bunun üzerine, insan eğer yeterince kötü görünürse dilediğince hareket edebilir, çünkü hiçbir zaman hiç kimse onu bu konuda uyarmayacaktır diye düşünür ve o gün Dövüş Kulübü’nü yazmaya başlar.

Yazar röportajlarında romanın “arkadaşlarının ve kendisinin hayatı yorumlamaları”nı sunduğunu ve gerçekte de burada kurgulanan şeylerin benzerlerini yaşadıklarını vurgular. O, Portland Kakofoni Topluluğu’nun (Portland Cacophony Society) bir üyesidir ve topluluğun yaptığı çeşitli oyunlar, gösteriler, şakalar, eylemler Kargaşa Projesi’ni esinlemiştir. Ayrıca romanın anlatıcısının çektiği uykusuzluk probleminden kurtulmak üzere, doktorunun önerisiyle, daha gerçek acıların var olduğunu görmek için gittiği verem, kanser, beyin paraziti vd. hastalarının dayanışma grupları da Palahniuk’ın kendi yaşamındaki deneyimlerinden kaynaklanır. Bir süreliğine gönüllü olarak bir bakımevinde hasta refakatçiliği yapmıştır. İnsanları her akşam dayanışma grupları için alır, toplantı boyunca kenarda bekler ve sona erdiğinde onları bakımevine geri götürür. Grup sağlıklı bir bireyin orada oturmasından rahatsız olduğunda ise kendisini (‘turist’) onların içinde bulmuştur. Böylece düşünmeye başlar: “ya birileri burada üçkâğıt çeviriyorsa? Ve tam da bu yaşananların orta yerinde samimiyet ve dürüstlüğün sunduğu bir çeşit katartik duygusal çıkış yolu için bulunuyorsa.” Bu fikirden yola çıkarak, gerçekte hiçbir hastalıkları olmayan Dövüş Kulübü’nün anlatıcısı ve Marla’nın acıyı ve ölümü tanımak, aynı zamanda, seküler huzura ve uykuya kavuşmak için dayanışma gruplarına katılmalarını kurgular.

Bunlar Palahniuk’ın ifade ettiği, yaşantısının yapıtı üzerinde doğrudan, birebir etkilerine verebileceğimiz örnekler. Bir de daha incelikli yada dolayımlı esinlemeler-etkilenmeler var ki, asıl ilgincinin bunlar olduğunu düşünüyorum. Yarattığı edebi dilde şiddetin ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu yazarın, kendi aile tarihindeki hazin şiddet öyküleri burada anılmaya değer. Büyükbabası büyükannesini öldürmüştür. Bu cinayetin ardından, elinde silah, evde geriye kalan kim varsa öldürmek için aramaya başlar. Chuck Palahniuk’ın henüz çocuk olan babası Fred korkuyla yatağın altına saklanır. Babasının ayaklarının önünden geçtiğini görür. Nick Palahniuk (büyükbaba) kimseyi bulamayınca silahı kendi kafasına dayar ve intihar eder. Fakat şiddet mirası Fred’in peşini bırakmaz.

Chuck’ın annesinden boşandıktan uzun bir ara sonra, bir gazete ilanı aracılığıyla tanıştığı genç kadınla flört etmeye başlamıştır. Kadın ne yazık ki bir dizi duygusal problemi de beraberinde getirir. Başından bir evlilik geçmiş ve uğradığı cinsel saldırılar karşısında şikayette bulunarak kocasını hapse attırmıştır. Adam serbest kaldığında kadını öldüreceğine yemin eder. Nitekim onu Fred’le buluşması esnasında yakalar, ikisini de vurur. Sonra cesetleri kulübelerine taşır ve orayı tamamen kül olacak şekilde ateşe verir. Chuck Palahniuk’ın payına ise bu kanlı mirastan, şiddetle örülmüş ve ölümün estetize edildiği romanlar düşer.(1)
“Kusursuzluk ve Tamamlanmışlık” Kıskacında Yaşamak
Dövüş Kulübü’nün kitap boyunca adı anılmayan anlatıcısı bir otomobil şirketinde “ürün iptal koordinatörü” olarak çalışmaktadır. İşi nedeniyle Amerika’nın çeşitli kentlerine yolculuklar yapar, kazalarda paramparça olan arabaları inceler, raporlar yazar. Hayatı uçaklardaki tek kullanımlık yiyecekler, çatallar, kaşıklar; otel odalarındaki tek kullanımlık sabunlar ve tek kullanımlık yol arkadaşlıklarıyla geçer. Sahicilikten, derinlikten, süreklilikten yoksun ilişkiler içindedir. Kendisini “otuz yaşında bir oğlan çocuğu” gibi hisseder ve bir gökdelenin on beşinci katındaki, kentten izole edilmiş dairesinin, mobilyalarının, elektronik eşyalarının, halılarının, vd. tüketim nesnelerinin ona sunduğu “kusursuzluk ve tamamlanmışlık” duygusundan artık rahatsızdır. Eskiden tuvalete porno dergilerle giren tanıdıkları artık IKEA mobilya kataloğuyla girmektedir.
Romanın anlatıcısı, babası onları altı yaşında terk edip yeni bir “şube açmak” (yeni bir aile kurmak) üzere başka bir kente gittikten sonra annesi tarafından büyütülmüştür. “Dövüş kulübünde gördüğünüz şey, kadınlar tarafından yetiştirilmiş bir erkekler kuşağıdır.” Ne var ki “Eğer erkeksen Hıristiyansan ve Amerika’da yaşıyorsan, Tanrı modeli olarak babanı görürsün. Eğer babanı hiç tanımamışsan, baban kaçıp gitmişse yada eve hiç gelmiyorsa, Tanrı hakkında ne düşünürsün?” Bu durumdaki bir insan, sonuçta, bütün hayatını bir baba ve bir tanrı aramakla geçirecektir. Fakat şu unutulmamalıdır: “Tanrı seni sevmiyor olabilir. Bu da bir olasılıktır. Belki de Tanrı bizden nefret ediyordur. Hayatta olabilecek en kötü şey değil bu.”(2)

Üç haftalık bir uykusuzluk probleminin ardından doktoruna gittiğinde, doktor ona istediği ilaçları vermez, sorununun zamanla geçeceğini, eğer gerçek bir acının ne olduğunu görmek istiyorsa, ölümcül hastaların dayanışma ve terapi gruplarına gidebileceğini söyler. Bu öneriye uyar ve kendisini hastaymış gibi tanıtarak her akşam başka bir grubun toplantısına katılır. Gerçekten de işe yaramıştır; insanlar kendileri gibi ölümle yüz yüze olduğunu sandıkları için ona şefkat ve samimiyet göstererek sahiden dinlerler. Orada ölümü, soyut ve felsefi olan değil, somut ve gerçek ölümü görür. Hayatta elde edebileceği her şeyin sonunda çöpe gideceğini, sevdiği herkesin kendisine sırt çevireceğini yada öleceğini anladığında ağlamak kolaydır. Hayatta onu gururlandırmış ne varsa hepsi çöpe atılacaktır. Ve artık şunu bilmektedir: “Zaman aralığını yeterince uzun tutarsanız, herkesin hayatta kalma şansı sıfıra düşer.” Eski vücut geliştirme şampiyonu Bob’un hormonal rahatsızlığı yüzünden büyüyen, bir kadınınkini andıran iri göğüsleri arasına yüzünü gömüp ağlar ve o gece huzurlu bir uyku uyur. (3) Artık erbezi kanseri, melanom, lösemi, verem, kan parazitleri, beyin parazitleri vd. dayanışma gruplarının bir müdavimidir.

Kadınlar konusunda kuşkucu olan ve bir başka kadının aradığı cevap olduğundan hiç de emin olmayan kahramanın rahat uykuları, dayanışma gruplarında, onun gibi sağlıklı olan “turist” Marla’yla tanışana kadar sürüyor. Her akşam ayrı bir hastalığın grubunda Marla’yı görmeye başladığında, onun yalanının aynasında kendi yalanının yansımasıyla yüzleşir ve uykusuzluk problemi tekrar başlar. Marla’yla anlaşmayı dener ama başaramaz. Kendini mikroplu bir insan dışkısı olarak gören bu genç kadın ne yapacağını bilememekte ve yanlış şeye bağlanmaktan korktuğu için hiçbir şeye bağlanamamaktadır. Özgüvenini yitirmiştir, yaşlandıkça seçeneklerinin azalmasından korkar. Hayat felsefesi ölmeye her an hazır oluşudur. “Marla’nın hayatındaki trajedi ise ölmüyor oluşu.”(4) İçindeki ölüm arzusu nedeniyle bir cenaze işleri işletmesinde çalışmıştır; ama bu dayanışma grupları her şeyden daha gerçektir ve bırakmaya hiç niyeti yoktur. Marla ölümcül bir çevrenin orta yerinde sağlıklı tek varlık olabilme ayrıcalığını Dövüş Kulübü’nün adını bilmediğimiz anlatıcısının elinden alır.

Bu arada yolculuklarından biri sırasında, deniz kıyısında bir çıplaklar plajında part-time sinema makinisti Tyler Durden’la tanışmıştır. Daha doğrusu, kitabın ilerleyen bölümlerinde de görüleceği gibi Tyler Durden anlatıcının şizofrenik halüsinasyonudur. Aslında o uyuduktan, yada uyuduğunu sandıktan sonra Tyler onun bedenini devralıyordu. Eksikliğini hissettiği ne varsa, bunların hepsini şizoid öte yarısında bulacaktır. Bu eğilimini şöyle ifade eder: “Tyler Durden’ın her şeyine hayranım. Cesaretine, zekâsına. Soğukkanlılığına. Tyler komik, çekici, etkileyici ve başına buyruk biri. Erkekler ona gıpta ediyor ve ondan dünyayı değiştirmesini bekliyorlar. Tyler güçlü ve özgür. Oysa ben değilim.”(5)

Romanın şizofrenik bir bilinç kırılması yaşayan kahramanı, iş yolculuğu dönüşünde on beşinci kattaki dairesinin havaya uçtuğunu ve o çok değer verdiği eşyalarının parçalanarak caddeye savrulmuş olduğunu görür. Bunun üzerine Tyler Durden’ın Paper Street’teki evine taşınır. Bu Dövüş Kulübü’ne ve Kargaşa Projesi’ne uzanan yolun başlangıcıdır. Fakat Marla yine sahneye çıkar ve bu kez Tyler Durden’ı elinden alır. Aralarında bir tür üçgen durumu oluşur. Anlatıcı (öyküyü ağzından dinlediğimiz kişi) Tyler’ı isterken, Tyler Marla’yı, Marla da anlatıcıyı arzular. Fakat o Marla’yı istememektedir; Tyler da, olaylar ilerledikçe onu istemeye başlar.” Bu sevgi’yle alakalı bir değer verme meselesi değil. Bu mülkiyet’le alakalı bir sahip olma meselesi.”(6)

Kahraman nasıl ve neden gerçekleştiği müphem olan, ama için için Tyler Durden’ın eseri olduğunu hissettiği patlamayla özel hayatındaki tüketim kültürünün eklem yerlerinin, dayanak noktalarının kırılmasının ardından; toplumdan daha genel, topyekün bir kopuş için hızlı adımlarla ilerleyecektir. Tyler’ın kurduğu dövüş kulübü bu kopuş hareketinin organizasyonel formudur.
Dövüş Kulübü ve Kargaşa Projesi
Tyler Durden aranması gereken cevabın kendini geliştirmek değil, kendine zarar vermek olduğunu düşünür ve bu amaçla dövüş kulübünü kurar. Ancak kendini mahvederek ruhunun gerçek gücünü keşfedebileceğine inandığından fiziksel güçle ve mülkiyetle olan tüm bağlarını koparır. Felaket, onun trajediye ve yok oluşa doğru dönüşüm çizgisinin doğal bir parçasıdır.(7)

Başlangıçta dövüş kulübünde sadece romanın anlatıcısı ile Tyler Durden, daha doğrusu patolojik olarak parçalanmış tek bir karakter vardır. Ama zamanla kulüp genişler, yeni erkekler katılır ve başka dövüş kulüpleri kurulur. Dövüş kulübünde önemli olan, dövüşten galip yada mağlup ayrılmak değildir. Burada da spor salonlarındaki gibi homurtular ve inlemeler duyulur, fakat asıl mesele iyi görünmek değildir. İnsanların ağzında kiliselerde olduğu gibi histerik çığlıklar yükselir ve ertesi gün uyandıklarında kendilerini kurtulmuş hissederler. Kulüpte geçen bir geceden sonra, gerçek dünyadaki her şeyin ses ayarı sanki kısılmıştır. Hiçbir şey sizi kızdıramaz; kanun sizin dünyanızdır ve birileri çıkıp bu kanunu sorgulayacak, karşı gelecek olsa bile sükûnetinizi korursunuz. Anlatıcı bu aydınlanmadan sonraki, gündelik yaşantısı içinde büründüğü psikolojiyi şu cümlelerle ifade eder: “Ben, yumruk yemiş gözlerimle ve pantolonumdaki siyah, kocaman, kabuklaşmış lekelerle, işyerinde herkese MERHABA diyorum. MERHABA! Bakın bana. Merhaba! Bakın, ne kadar da ZEN’im. Bakın, bu KAN. Bu HİÇBİR ŞEY. Merhaba. Her şey hiçbir şeydir ve AYDINLANMIŞ olmak nasıl da muhteşem. Tıpkı benim gibi.”(8)

Dövüş kulübünün kuralları kurucusu tarafından koyulmuştur: Dövüş kulübünün ilk kuralı dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır. Dövüş kulübünün ikinci kuralı da dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır. Üçüncü kural, birisi dur derse yada hareketsiz kalırsa, o kişi numara yapıyor bile olsa, dövüş bitmiştir. Dördüncü kural, her dövüşte sadece iki kişi kapışır, aynı anda birden fazla dövüş olamaz. Beşinci kural, dövüşten önce gömlekler ve papuçlar çıkarılır. Altıncı kural, her dövüş sürmesi gerektiği kadar sürer. Yedinci kural, eğer bu gece dövüş kulübündeki ilk gecenizse, dövüşmek zorundasınız.(9)

Dövüş kulübünde umutlarını yitirmiş ve felaketi arzulayan, farklı meslek ve statülerden insanlar, daha doğrusu sadece erkekler vardır: Muhasebeciler, devlet memurları, hizmetçiler, şoförler, sigortacılar, aşçılar, polisler, bekçiler, sekreterler, veznedarlar, bulaşıkçılar vd. Ne var ki, kulüpte tanıdığınız bir insana ertesi gün yaklaşıp, dün gece harika bir dövüş çıkardığından bahsettiğinizde size yanıt vermeyecektir. Çünkü, birinci (ve ikinci) kural dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır (fakat bu kural bir taraftan da çiğnenmekte ve birileri hakkında konuştuğu için üye sayısı artmaktadır). Tyler Durden kendisini ve arkadaşlarını şöyle tanımlar:
“Biz tarihin ortanca çocuklarıyız. Bizi bir gün milyoner olacağımıza, film yıldızı, rock yıldızı olacağımıza inandıran televizyon programlarıyla büyüdük, ama bunların hiçbirini olamayacağız. Ve bu gerçek kafamıza ancak dank ediyor…” Tarihin bu ortanca çocuklarına “dünyanın bokundan ve pisliğinden” başka bir şey bırakılmamıştır ve onların dövüş kulübünden başka kaybedecekleri bir şeyleri yoktur.(10)

Tyler, bağlı bulunduğu film makinistleri sendikasının yöneticisiyle tartışması esnasında, toplumun tüm ayrıcalıklı elitlerine seslenir gibidir. “Ben bir pisliğim,” der. “Senin ve bütün dünyanın gözünde ben pisliğin, iğrencin, ruh hastasının tekiyim. Nerede yaşadığım, ne hissettiğim, ne yiyip ne içtiğim, çocuklarımın karnını nasıl doyurduğum yada hastalandığımda doktor parasını nerden bulduğum senin umurunda bile değil. Ve evet, aptal, bıkkın ve güçsüzüm, ama gene de senin çözmen gereken bir sorunum.”(11)

Gerçekten de Tyler Durden ve onu izleyenler, çözülmesi güç problemlerle toplumsal rutinin akışını sekteleyen gündelik yaşam gerillalarıdır. Tyler Durden makinistlik günlerini, masum çocuk filmlerinin, melodramların vd. arasına porno filmlerden çıkarılmış kareleri serpiştirerek geçirir. Saniyenin atmışta biri hızla geçip giden ereksiyon halindeki bir penisi, yada dev bir vajinayı izleyicilerin fark etmesi imkânsızdır. Yine de sinemadan ayrılırken içlerine tuhaf bir huzursuzluk yayılır. Bir şeyler yolunda gitmemektedir. Ayrıca, pahalı restoranlarda, lüks davetlerde zengin ve seçkin konuklara servis yapan Tyler/anlatıcı ve diğer dövüş kulübü üyeleri “hizmet sektörü teröristleri”ne, “yemekli davet sabotajcıları”na dönüşürler. Konuklar onların işedikleri, spermlerini boşalttıkları, üzerine osurdukları yemekleri yerken hiçbir şeyin farkında değildir. Hatta bir sonraki aşama olarak yiyecek ve içeceklere hepatit mikrobu katmayı planlarlar, bunun için tıbbi atık çöplüklerini araştırırlar. Dövüş kulübünün bu eylemlerinin hedefi olan topluluğun üyeleri, hiçbir nedeni yokken yemekleri mutfağa geri göndererek garsonlara sürekli iş çıkaranlardır. “Tek dertleri, ödedikleri para karşılığında etraflarında koşturup durduğunuzu görmektir. Bu gibi yemeklerde, bu gibi yemekli davetlerde bahşişin önceden faturaya dahil edilmiş olduğunu bilir ve size pislik muamelesi yaparlar.”(12) Ama gerçekte hiçbir şey mutfağa geri gitmez, sadece birinin önünden alınıp ötekinin önüne koyulur. Ve garsonlara yaptıkları kötü muamelenin faturasını malum katkı maddelerini yiyerek ödemek durumunda kalırlar.
Hizmet sektöründe çalışanların bu tür “direniş taktikleri” gerçek yaşamda da tanık olunan olgulardır. Hatta bunlardan etkileyici bir örneği Chuck Palahniuk Tasha Robinson’ın kendisiyle yaptığı röportajda anlatıyor. Robinson, yazara okurlarından bugüne kadar işittiği en tuhaf itirafın ne olduğunu sorar. Palahniuk güler ve aklına favorilerinden birinin geldiğini söyler. Londra’ya, okurlarıyla buluşmak üzere gittiğinde, toplantı öncesinde bir adam yanına gelmiş ve şöyle demiştir: “ünlülerin yemeklerine katılan şeyler hakkında yazdıklarınızı sevdim, çünkü ben bir beş yıldızlı restoranda çalışıyorum ve biz de ünlülerin yemeklerine hep böyle maddeler katarız.” Yazar pek fazla şaşırmaz, çünkü tüm arkadaşlarının bu tür hikâyeleri vardır. “Kim? Bana birini anlat,” diye sorar. Adam, “Anlatamam, bu bir beş yıldızlı restoran.” karşılığını verir. Palahniuk, kendisine bir kişiyi anlatana kadar okurunun kitabını imzalamayı reddeder. Ve o, bunun üzerine tam bir sükûnete bürünerek, “Margaret Thatcher spermlerimi yedi,” der. Palahniuk şoke olur. Adam yüzünde küçük bir gülümsemeyle devam eder: “En azından beş kere.”(13)

Tyler Durden, dövüş kulübünün bir adım sonrasında “kargaşa projesi”ni kurar. Anlatıcıya bu proje içinde yer yoktur. Bu tamamen şizofrenik halüsinasyonun ve onu izleyen “uzay maymunları”nın eseri olacak; yıkıcı eylemlerle modern kent yaşamının temellerini havaya uçurmayı, bir “örgütlü kaos” yaratmayı amaçlayan ve kendisini “anarşi bürokrasisi” gibi çelişik bir söylemle tanımlayan bir organizasyondur. Kargaşa projesiyle Tyler, tarihi yönlendirme gücüne sahip olduklarını katılan herkese öğretmek ister. Ona göre, “Bizler, her birimiz, dünyanın gidişatına yön verebiliriz.” Bugüne kadar yaşamış en güçlü, en akıllı adamlar benzin pompalamakta veya garsonluk yapmaktadır. Oysa, bu adamlar eğitim kamplarına alınsa ve onlara gereken eğitim verilse, birçok şey değişebilir. Güçlü kadın ve erkeklerden oluşan bir sınıfın üyeleri, Tyler Durden’a göre, hayatlarını bir şeye feda etmek istiyorlar. Reklamlar insanları gerek duymadıkları arabaların ve kıyafetlerin peşinden koşturup, onlara sahte mutluluklar sunarken; insanlar nefret ettikleri işlerde çalışmaya devam ediyorlar. Neden? Gerçekte ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın alabilmek için. Bu kuşak büyük bir savaş görmemiş, büyük bir buhran yaşayamamıştır. Fakat onları kuşatan ruhanî bir buhran söz konusudur ve onların da bir savaşı vardır: büyük bir ruhani savaş. Kargaşa projesi bu kuşak adına kültüre karşı büyük bir devrim hazırlamaktadır. Kargaşa projesinin öngördüğü “devrim” insanları köleleştirerek, onlara özgürlüğün ne demek olduğunu göstermeyi ve insanları korkutarak, onlara cesaretin ne olduğunu göstermeyi de içeren bir stratejiye sahiptir. Proje Amerikan kültürüne karşıdır ve öncelikle onu ortadan kaldırmayı arzular. Tyler bunun nedenini hazırladığı ve üyeler tarafından kutsal kitap gibi sürekli okunan metinlerinde şöyle açıklar: “Kültürümüz hepimizi aynı yaptı. Artık kimse gerçek anlamda beyaz yada siyah, zengin yada yoksul değil. Hepimiz aynı şeyi istiyoruz. Teker teker, hiçbirimiz hiçbir şey değiliz.”(14)

Kargaşa projesi tahribat komitesi, saldırı komitesi, kundaklama komitesi, yanlış bilgilendirme komitesi gibi bölümlerden oluşur. Planların tamamından, Tyler Durden dışında hiç kimsenin haberi yoktur, ama her biri tek bir görevi kusursuzca yerine getirmek üzere eğitilecektir. Kargaşa projesinin ilk kuralı, kargaşa projesiyle ilgili soru sormamaktır. İkinci kural da soru sormamaktır. Üçüncü kural, mazeretlere izin yoktur. Dördüncü kural, yalan söylemek yasaktır. Projenin beşinci kuralı ise şudur: Tyler’a güvenmek zorundasınız. Kargaşa projesindeki herkes Tyler Durden’ın (yani halüsinasyonun) bir parçası ve Tyler da oradaki herkesin bir parçasıdır.(15)

Tyler Durden müritlerine, dünyayı kurtaracak bir şey varsa, bunun Kargaşa projesinin yaratacağı kültürel bir buzul çağı olduğunu anlatır. “Vaktinden önce başlatılmış bir karanlık çağ.” Bu sayede insanlık, dünyanın kendini toparlamasına yetecek bir süre boyunca eylemsizliğe mahkûm olacaktır. Kendi öngördüğü anarşiyi haklı çıkarıp ona anlam kazandırarak, kargaşa projesi, dövüş kulübünün memurlar ve kuryeler için yaptığını medeniyet için yapacak, dünyayı daha iyi bir yere çevirebilmek için medeniyeti altüst edecektir.

Tyler Rockefeller Merkezi’nin etrafındaki yıkıntıların arasında rutubetli kanyonların içinde koşturarak geyik avladığını, Seattle’daki gözlem kulesinin kırk beş derecelik bir açıyla yan yatmış iskeletinin yanı başında istiridye topladığını hayal eder. “Kültürel buzul çağı”nın insanları gökdelenlerin cephelerini dev totem maskeleriyle ve Polinezya yerlilerinin korkunç suratlı tanrılarıyla süslerler (moderniteye karşı primitif lanetin zaferi). Hayatta kalmayı başaranlar akşamları boşalmış hayvanat bahçelerine sığınarak, dışarıda gezinip parmaklıkların ardından onları seyreden vahşi hayvanlardan korunmak için kendilerini kafeslere kilitlerler. Anlatıcının şizoid ruhunun isyankâr öte yarısı (Tyler) “Bir düşün,” diyerek ona seslenir, “mağaza vitrinlerinin yanından geçerek geyiklerin izini sürüyorsun. Askılar dolusu şık elbise ve smokin oldukları yerde küflenip kokuşuyor. Ömrünün geri kalanı boyunca deri giysiler giyiyor ve Sears Kulesi’ni sarmalayan bilek kalınlığındaki sarmaşıklara tutunarak yukarı tırmanıyorsun. Fasulye filizine tırmanan masal çocuğu gibi o azgın nemli bitki örtüsü içinden kendine yol açarak tepeye çıkıyorsun. Ve hava o kadar temiz ki, aşağı baktığında, ağustos sıcağında yüzlerce kilometre uzanıp giden terk edilmiş sekiz şeritlik dev bir otoyolun boş emniyet şeridine geyik eti seren ve mısır öğüten minicik insanlar görürsün.”

Bu, her ne kadar bir vejeteryanın tüylerini ürpertecek görüntüler içerse de, kapitalist tüketim toplumları, içerdikleri tüm alışkanlıklar, değerler, nesneler, sosyallikler ve tüm sahte insani edimlerle birlikte ortadan kalktığında dünyanın neye benzeyeceğine dair eşsiz bir manzaradır. Böylesi bir manzaradan esinlenen kargaşa projesinin nihai hedefi dünyadan tarihi söküp atmak, medeniyeti derhal ve tamamen tasfiye etmektir.(16)
Anarşizm mi, Mikro-faşizm mi?
Chuck Palahniuk Dövüş Kulübü’nde, bugüne kadar kendini tarihin süprüntü ve kölelerinden biri olarak hisseden; ama artık kumsaldaki kum taneleri kadar, gökteki yıldızlar kadar büyük bir kalabalığın parçası olmakla yetinmeyenlerin öyküsünü anlatıyor.(17) Bize tüketim nesneleriyle örülmüş bir “kusursuzluk” ve tamamlanmışlığı sunan Amerikan tipi kapitalist toplum modelini reddederken, onun karşısına, medeniyetin tümden tasfiyesini öngören, primitivizmden esinlenen eylemli bir nihilizmi çıkarıyor. Tıpkı, Platon’dan Nietzsche’ye kadar, edebi-estetik formda, diyaloglarla felsefelerini ifade eden tüm düşünürler gibi kavramlarını somut olarak kişileştiriyor (kavramsal kişilikler). Tyler Durden, belki de, geç 20.yüzyıl postmodern politik direnişin en temsil edici kavramsal kişiliği veya ideal tipidir. Dövüş Kulübü’nü, nereden, hangi öznel pozisyondan baktığınıza göre yabancılaşmanın, şeyleşmenin, endüstriyelizmin ve tüm teknolojik ablukanın aşılmasına yönelik bir ütopya olarak da; şiddetle yoğurulmuş, cinsiyetçi ve otoriteryen bir “kara-ütopya” olarak da okuyabilirsiniz.

Palahniuk’ın kurguladığı edebi-felsefi metne ve onun sinema uyarlamasına bugüne kadar yapılan en ciddi eleştirilerden biri Lancaster Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü’nden Bülent Diken ve Carsten Bagge Lausten’dan geldi. Onlar Palahniuk’ın imgesel evrenini daha çok bir kara-ütopya olarak görme eğilimindeler.

Diken ve Lausten’a göre esasen sokak dövüşleri, kentsel anarşizm (urban anarchism) ve yıkım stratejileri hakkındaki Dövüş Kulübü “özgürlük ve kölelik” arasında, “toplumdan kaçış ve mikro-faşizm” arasında salınır. Eğer kargaşa projesi Tyler’ın emirlerini sadece tekrar eden uzay maymunlarıyla Nazi-tipi bir organizasyonsa, dövüş kulübü faşizmin moleküler yüzüdür. Öte yandan yazarlar, “Kaç kuşaktır insanlar nefret ettikleri işlerde çalışıyorlar, neden? Gerçekte ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın almak için.” sözünü aktardıktan sonra, romandaki toplumsal eleştirinin iki yönde ilerlediğini saptarlar: İlki, şiddetin (estetik) yüceltiminin meta fetişizmine bir alternatif olarak sunulmasıdır; ikincisi, değişim sisteminin yıkımını, meta formunun cezbedici tuzağından kaçışı amaçlayan bir (sosyal) potlaç için yapılan çağrıdır. Bunlardan her ikisi de, aslında, kapitalizmin dışta bıraktığı yada ona dışsal olan bir alana yönelik arayışlardır. Aynı metinde, farklı bir bağlamda ise, dövüş kulübü modelinin Deleuzeyen bir “savaş makinası”, baskıcı (repressive) sosyal mekanizmanın dışına bir kaçış çizgisi boyunca yönelen köksapsal (rhizomatic) bir topluluk olduğunu belirtirler.(18)

Diken ve Lausten, kargaşa projesinin “Naziliği”ne bir örnek olarak, Tyler Durden’ın Paper Street Sabun Şirketi’nin tıbbi atık çöplüklerinden çaldıkları emilmiş insan yağlarıyla sabun yapmasını ve bunun Hitler’in liderliğindeki Nazilerin pratiğiyle arasındaki benzerliği gösterir. Yalnız, önemli bir farkı göz ardı ederek: Hitler Alman ırkının üstünlüğünü ve diğer ırkların aşağılığını savunuyor, faşist politikaları için tehdit olduklarını düşündüğü herkesi katlediyor (sosyalistler, yahudiler, çingeneler) ve onun insanlık dışı “sabun pratiği” gerçekleşen cinayetlerle beraber yaşanıyordu. Kargaşa projesi üyelerinin kullandığı yağlar ise, sahiplerinin gönüllü olarak vazgeçtiği türden. Proje üyesi tamirci çocuğun söylediği gibi, bu Amerika’nın ve dünyanın en zengin, en şişko kalçalarından emilmiş bir yağ. Hedef, “emilmiş yağla dolu o koca kırmızı torbaları Paper Street’e taşımak ve çamaşır sodası ve biberiye ile karıştırarak, gerisin geriye aynı insanlara, o yağı aldırmak için para ödemiş insanlara satmak. Kalıp başına yirmi dolardan, onu almaya gücü yetecek başka kimse yok.”(19)

Dövüş Klübü’nü, ben de, Diken ve Lausten gibi Guattari ve Deleuze’ün kullandığı anlamda savaş makinasal bir modele uygun olarak açıklamayı tercih ediyorum. Kapitalizm ve Şizofreni’de tanımlanan savaş makinası kavramı devletin “kapma aygıtı”na karşı kaygan yüzeyleri-sosyal mekânları ifade eder. Devletler (satrançta olduğu gibi) hiyerarşik yada pürtüklü yüzeyler şeklinde tezahür ederken göçebelerin hiyerarşiden (şeflerden değil) yoksun savaş makinası (go oyunu benzeri) iktidarın sınırlama, denetleme ve kapma stratejilerinden kaçışın olanaklarını sunar. “…Makinayı ele geçiren ve savaştan kendine iş ve nesne oluşturan aygıtlara karşı savaş makinaları oluşurlar: Egemenlik veya kapma aygıtlarının büyük kesişmelerine karşı savaş makinaları zincirlemelere önem verirler.”(20)

Dövüş kulüpleri ve kargaşa projesi bir yandan “yersizyurdsuzlaşma”, savaş makinası, kaçış çizgisi vd. Deleuzeyen kavramlarla açıklamak; öte yandan mikro-faşizm ya da Nazi-tipi diye nitelemek kendi içinde bir çelişki barındırıyor. Bu noktada Diken ve Lausten’dan ayrı düşünüyorum. Bilindiği gibi faşizmin (totaliterizmin değil) her türü, 1. Daima kapitalist ekonomik-sosyal ilişkilerle birlikte var olur. 2. Şefin otoritesinin ötesine daima hiyerarşiktir. 3. Milliyetçilikten ırkçılığa doğru uzanan ayrımcı politikalarla, insanlığın beli bir kısmının sahip olduğu kültürel yada ırksal özelliklerinden dolayı diğerlerinden daha üstün görür. Bunlar dünya tarihinde tanık olduğumuz faşist hareketlerin ve iktidarların ortak noktaları. Palahniuk’ın tasvir ettiği sistem karşıtı sosyalliklerin çok farklı olduğunu görüyoruz. Orada ırkçılık yada milliyetçilik yok (kulüplerde siyahlar ve beyazlar bir arada), Tyler Durden’ın “karizmatik” otoritesi dışında bir hiyerarşi bulunmuyor ve Diken’le Lausten’ın da kabul ettiği gibi kapitalizmin varlığına tamamen dışsal bir “sosyal potlaç” ütopyası öne sürülüyor. Bu durumda, nasıl olur da faşizmden söz edilebilir? Dövüş Kulübü’yle faşizmin tek ortak noktası belki de örgütlü olarak uygulanan ve “amaca” ulaşmak için yararlanılan şiddettir. Amaçlar ayrıdır, fakat, aracın kullanılış şekli de farklıdır. Faşist şiddet “öteki”ni hedef alırken, Tyler Durden’ın çağrıda bulunduğu mistifiye ve estetize edilmiş şiddet hem medeniyetin temellerini havaya uçurmayı arzular hem de kişinin bizatihi kendisine saldırmasını aydınlanmanın bir başlangıç adımı olarak öngörür. Bu mazoşistçe bir acı arayışı değildir. Aslında, kanımca bu bütünüyle metaforik bir anlama sahiptir ve özellikle bireyin kusursuz, tamamlanmış bir sistem mikro-kozmosu olarak kurduğu (yada daha doğrusu ideolojik iktidar aygıtlarının ona yüklediği) öznelliğini yıkarak işe başlaması gerektiğini vurgular. Ne var ki, bu örtük anlamı göz ardı edip, Palahniuk’ın kurguladığı viraltoplulukların praksisini açık-görünen anlamıyla ele aldığımızda, bunlar hedefleri ve belirli eylemleriyle anarşizan, iç örgütlenmesiyle disipliner-otoriter, hakim mücadele tarzıyla Baudrillard’ın kullandığı anlamda teröristtir. Hedefin “anarşizan”lığı, tasavvur edilen ütopyada ve ona giden yolda devlete, sömürü mekanizmalarına ve ayrımcılığa yer verilmemesinden ileri gelir. Belki, sadece erkeklerden oluşan toplulukların söz konusu olması bir tür cinsiyet ayrımcılığı olarak algılanabilir. Bu bir yanılgıdır. Erkeklerin dünyasını, psikolojisini, kaygılarını anlatan bir edebiyat ve cinsiyet politikası –tıpkı feminizm gibi- diğer cinslerin var oluşunu, kendi politikalarını geliştirebilmelerini dışlamaz ve cinsiyetçilik anlamına gelmez. Kuralların çok katı olarak tanımlandığı ve Tyler Durden’ın mutlak hükümranlığının geçerli olduğu düşünülürse disiplinerlik-otoriterlik niteliği apaçıktır. Bu, yaban topluluklarda, çetelerde, gerilla gruplarında, sapkın mezheplerde görülen türden, hiyerarşiyi dışta bırakan “karizmatik” bir otorite. Duygusal yönü ağır basan, rasyonel bir yaklaşımla temellendirilemeyen bu otorite (tüm otoriteler gibi özgürlüğün önünde belirli bir handikap oluşturur) diktatörlüklerle veya bürokratik aygıtların liderleriyle kıyaslandığında naif bir konumlanmadır. Ayrım sadece şef ve müritleri arasındadır. Derecelendirilmiş bir tabakalaşmaya dayanan bir ayrımcılık görünmemektedir. Sisteme karşı kargaşa projesinin direniş taktikleri ise, Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın “terör” konusundaki görüşlerini çağrıştırıyor. Baudrillard’a göre gerçeğin kendisi daima teröristtir ve sistemi başarısızlığa uğratacak tek şey terörizmdir. “Bir sistem egemenliğini ne ölçüde dayatıyorsa, insanların düşgücü de onun karşı karşıya kaldığı başarısızlıklardan o ölçüde etkilenmektedir. Sisteme karşı en ufak bir meydan okuma sanki zincirleme bir çöküş izlenimi bırakmaktadır. Bu duyarlığını yitirmiş ve nihilist politika sahnesinde, günümüzde, yalnızca bu başka bir şeyle karşılaştırılması olanaksız olan tersine çevirme olayı insanları harekete geçirebilmektedir. Düşgücünü harekete geçirebilen tek şey terörizmdir.” Hakim sistemlerde nihilist olmak, bu şiddet yüklü ve alaycı çizgiyi sistemin kaldırabileceği en uç noktaya kadar götürerek, sistemi, bu meydan okuma eylemine ölme eylemiyle yanıt vermeye zorlamak anlamına gelir.(21) Bu tam da kargaşa projesinin politikasıdır ve yine Baudrillard’ın tartıştığı anlamda, sistemin aynılaştırmak ve sterilize etmek temelinde deklere edilen kusursuzluğunun kıyısında patlak veren virüs olgusudur. “Ötekinin yokluğu, bu diğer kavranılamaz ötekiliği, virüsün bu mutlak ötekiliğini yaratır.”(22)

***

Chuck Palahniuk’ın asıl başarısı, bana göre, felsefi savlarını peş peşe sıralanan kavramlarla değil; imgesel bir boyutta, edebi bir formda karakterlerin, olayların, mekânların kurgusu içine sindirerek ifade etmesindedir. Az önce de belirttiğimiz gibi, o, kavramsal kişilikler yaratarak, onlar aracılığıyla düşüncelerini dillendiriyor. Risk olgusundan ve rutinin dışına atılacak en küçük bir adımdan dahi dehşete düşen, Batının “korku toplumları”nın savaşmadan mağlup düşmüş kayıp bireylerine, o çok korktukları felaketi anlatıyor. Palahniuk’a göre, tedirginliğimizi aşmalı ve kaosu daha çok arzulamalıyız. Esasen, felaket getirdiğini sandığımız şeylere muhtacız. Çünkü ancak bu şeyler aracılığıyla kefaretimizi ödeyebilir ve değişebiliriz. “Felakete hoş geldin desek, genellikle kendisinden kaçtığımız şeylere hoş geldin desek. Bu şeylerin içinde elde edilebilir bir kurtuluş var; başka hiçbir yerde elde edilmesi mümkün değildir.”(23)Bu söylem, mevcut iktidarlar için, en az Dövüş Kulübü boyunca verilen kimyasal formüller kadar “çözücü” ve tehlikelidir.
Palahniuk yabancılaşmış tüketim toplumlarına karşı çıkarken bize mutlu gelecek tabloları sunarak zihinlerimizi uyuşturmaz. Okurken, gelecekten çok bugünün karanlığıyla yüz yüze kalırız. O bir umut taciri değildir. Umudu, oldukça amaçsız ve amorf bir duygu olarak görür. Çünkü umut hiçbir şeyin üstesinden gelemez, eylem ise gelebilir. Bu fikir bize bir şeyler yaratabilme imkanını sunar. “Herhangi bir şey için umut ederek oturmak fazla bir şey yapmamaktır.”(24)

Sonuç olarak, tüm bu tartıştığımız yönleriyle, Chuck Palahniuk’ın düşünceleri, kendilerini ve dünyayı değiştirmek isteyenlerin önüne, göz ardı edilemeyecek sorunsallar ve paradokslar koyuyor.
Notlar
1 Biyografik bilgiler için Bkz: http://www.palahniuk.net
ve ayrıca “Interview With Fight Club Author Chuck Palahniuk” http://www.dvdtalk.fightclub.html
2 Chuck Palahniuk, Dövüş Kulübü, Çev: Elif Özsayar, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2001, s.48, 142
3 a.g.y., s.15
4 a.g.y., s.59, 107
5 a.g.y., s.174
6 a.g.y., s.12
7 a.g.y., s.48, 109
8 a.g.y., s.47, 50, 62
9 a.g.y., s.46-48
10 a.g.y., s.165-166
11 a.g.y., s.114
12 a.g.y., s.78
13 “Chuck Palahniuk By Tasha Robinson”, The Onion A.V. Club, Volume 38, Issue 42, November 13, 2002 http://www.theonionavclub.com/avclub3842/avfeature-3842.html
14 Dövüş Kulübü, s.119, 122, 135, 150, 151
15 a.g.y., s.119, 122, 126, 131, 156
16 a.g.y., s.125-126
17 a.g.y., s.124, 143
18 Bülent Diken & Carsten Bagge, Lausten, Enjoy your Fight! – “Fight Club” as a symptom of the Network Society http://www.comp.lancs.ac.uk/sociology/soc.080bd.html
19 Dövüş Kulübü, s.151
20 Gilles Deleuze-Felix Guattari, Kapitalizm ve Şizofreni 1, Çev: Ali Akay, Bağlam Yay., İstanbul, 1990, s.162
21 Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Çev: Oğuz Adanır, Dokuz Eylül Yay., İzmir, 1998, s.66, 191, 192
22 Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, Çev: Işık Ergüden, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1998, s.70, 71
23 http://www.dvdtalk.com/fightclub.html
24 http://www.powels.com/authors/palahniuk.html

Kubilay Akman
kaynak: izinsizgosteri.net


“Mrs Dalloway çiçekleri kendisi alacaktı.” Edebiyatın, tarihin, aklın sunduğu imkânlarla bu cümleyi pek çok şekilde okumak mümkün… Mrs Dalloway, çağının öncü, mücadeleci kadınlarındandır, çiçekleri bir erkekten beklemeksizin kendisi alabilir. Bir kadın olarak kendine biçilen toplumsal cinsiyet rolünü sahiplenmemiştir. Ancak bir başka okumada Mrs. Dalloway’i titiz, güvensiz, yalnız, “ötekiler” ile kendi arasına kesin setler çeken, soğuk, kalpsiz, kendini beğenmiş bir üst sınıf kadını olarak da alımlayabiliriz. Üniversite yıllarında sevmiştim Clarissa Dalloway’i. Çünkü onu feminist literatürde önemli yeri olan yazarı Virginia Woolf’u işaretfişeği alarak okumuş, yazarının bir alteregosu olarak yorumlamıştım. Clarissa Dalloway’in kişiliği hep aklındaymış gibi ilk romanı “Dışa Yolculuk”ta da, öykülerinin pek çoğunda da Mrs Dalloway adlı birinden sürekli söz eder Woolf. Ancak onun nasıl bir insan olduğunu anlayamayız, tanımlayamayız. Sevmeli mi yakmalı mı bilemeyiz.

Mrs Dalloway’i feminist eleştiriyi homojen bir alan olarak değil, “karşıt bilinç”in çeşitli şekillerinin bir bütünü olarak ele alan bir feminist okumayla yeniden okuduğumda, Clarissa’yı eskisi kadar sevmediğime karar verdim, Sally Seton’a yapılan haksızlığa öfkelendim. Anglosakson geleneğe dahil pek çok kadın yazar gibi Virginia Woolf’un da kahramanlarını pek sevmediğini, kayırmadığını gördüm. Kadın kahramanlarıyla özdeşleşiyor, kimliğini, mizacını yansıtıyor, onları sürekli zihninde gezdiriyordu Woolf ama bireysel gelişimlerine, kendilerinde varlıklar olmalarına izin vermiyordu. Feminist bir uyanışa sahip olsalar dahi bu aydınlanma halini devam ettiremez, evlilik, annelik ve heteroseksüaliteden özgürleşmiş bir yaşantı kuramazlar kendilerine. Eylemci yaşamında kadınları Viktorya dönemi İngiliz kadın ideali formuna başkaldırmaya çağırırken, kahramanlarını bu kadınsı alanlara hapseder Woolf.

Feminist değillerdir, yazar ve aydın değillerdir. Sanki hiçbirinin kendi kimliğinin önüne geçmesine, kendine tıpatıp benzemesine tahammülü yoktur.

Geleneklere fazlasıyla bağlı bir konformisttir Clarissa. Üst sınıfa mensuptur ama hiçbir şey bilmez; ne yabancı dil ne tarih ne edebiyat. Tek becerisi, insanları sezebilmektir. Buna rağmen duygudan yoksun, aklın öne çıktığı bir mantık evliliği yapar muhafazakâr partiden parlemento üyesi Richard Dalloway ile. Evliliğin sunduklarıyla, güvenlik, süreklilik ve ekonomik rahatlıkla yetinir.

Feminist yazının klasiklerinden biri olan “Kendine Ait Bir Oda”da, yazabilmek için kadınların kendilerine ait bir odaları olması gerektiğini ve kadın özgürlüğünün temel çözüm noktasının ekonomik özgürlükten geçtiğini vurgulamıştır Woolf. Şartlar bu kadar uygunken Clarissa tek satır yazmaz, önemli bir siyaset adamının eşi olarak sürdürdüğü silik yaşamı, sık sık verdiği partilerle renklendirmeye çalışır. Tek başına, kendi olarak bir anlamı olmadığını, sadece kocasının soyadı olan Dalloway ile önem kazandığını fark etse de evine ve kadınlık rollerine hapsolmuş bir kadın olarak iç dünyasıyla dış dünya arasında sağlamakta zorlandığı dengeyi mücadelede değil, intihar fikrinde arar.

En yakın arkadaşı, gençlik yıllarında âşık olduğu Sally Seton ise feminist mücadeleyi çoktan bırakmış, bir fabrikatörle evlenip beş çocuğa karışmıştır bile. Geleneklere ve törelere hiç aldırmayan bir kızdır oysa Sally, gençlik yıllarında. Yerlere oturur, sigarayla yetinmez puro da içer, evde çırılçıplak koşturur, sandalla tek başına gezintiye çıkar.

Mülkiyeti ortadan kaldırmak için bir dernek kurmayı önerir, etrafındaki erkeklerde İngiliz orta sınıfının tüm iğrençliklerini görür. Büyük Britanya burjuvazisine, soylu sınıfa ve varlıklara ateş püskürür, kadınların özgürlüğünü savunur. Ancak bu feminist uyanışın, deneyime ve pratiğe dönüşmesine, bilincin sürekliliğine izin vermez Virginia Woolf. “Vahşi, gözüpek, romantik” Sally, tıpkı Clarissa gibi geleneklere uygun bir evlilik yapar. Şişmanlar, çirkinleşir, kocasıyla övünen ılımlı, yumuşacık bir kadın olmuştur, yıllar sonra Clarissa ile karşılaştığında…

Sufrajet harekete mesafeli tavrıyla bilinen, oy hakkı için sokağa dökülen kadınları “militan” bularak kendini onlarla özdeşleştirmekten kaçınan Virginia Woolf’un, Sally Seton’a karşı ilk gaddarlığı değildir bu. 1919 yılında yayımlanan ikinci romanı “Gece ve Gündüz”de ilk kez karşımıza çıkar Sally. Bir sufrajet bürosu yöneten Mary Datchet (ki ilke olarak sufrajet hareketini destekleyen, hatta 1910 yılında, bir yıla yakın bir süre People Suffrage Federation adlı sufrajet bürosunda çalışan Virginia Woolf’un bizzat kendisi olabilir), hayatını sufrajet hareketine adamış, bu konuda fazla duygusal ve ateşli söylevler veren Sally Seton’u aptalca bulur. Ve Sally, 1925’te yayımlanan “Mrs Dalloway”de evlilik ve annelik kurumu içine hapsedilerek adeta cezalandırılır.

Woolf’a göre “garip”, “eskimiş kıyafetler içinde”, “acayip aksanlı” kadınlardır sufrajetler. Her şey bir yana bir alt sınıf hareketidir bu. Bireyi tanımlayan özelliklerin içinde ait olunan sınıf, kadın ya da erkek olmaktan daha önemlidir onun için. Bir sınıf feminizmini savunan Woolf, ekonomik temelli eşitsizliği, kadınların karşı karşıya oldukları eşitsizlikle bağdaştırırken, kendi çevresinden ve gelir grubundan olmayan kadınları yok sayar; hizmet eden -alt sınıf- kadından hiç bahsetmez.

Kocasının iktidarıyla yaşayan bir kadın

Mrs. Dalloway’in yayımlandığı dönemde bütün dünyayı etkisi altına alan Birinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış bir ülkedir İngiltere. Var olan kaotik ortamın da etkisiyle, yirminci yüzyıl kendilerine ve topluma yabancılaşmış bireylerin çağı olacaktır. Clarissa bulunduğu zümreden uzaklaşmış, ailesi ve çevresi ile kurduğu iletişimin zayıflamasıyla birlikte giderek yalnızlaşmıştır. Çevresindeki insanlarla konuşurken bile sanki çok uzaklarda, denizin ortasında yapayalnızmış duygusuna kapılır. Çoğu kez kendisini çevresindeki gerçekliği sorgularken bulur. Her parti verişinde kendi dışında bir yaratık olduğu duygusuna kapılır; herkes gerçekdışıdır bir bakıma; bir bakıma da her zamankinden gerçek. Ona kalırsa tüm bu partiler sahte yakınlıkların, pohpohlamaların ve abartılı nezaket gösterilerinin alanıdır. Ancak buna bir son veremez.

Sanayi ekonomisinin ve kapitalizmin bir yaşam biçimi olarak geliştiği Viktorya döneminde, nasıl işçi sınıfı ve sömürgelerdeki yerli halk baskı altına alınıyorsa, evin içinde benzer konumda oldukları varsayılan kadınlar da pek çok açıdan kısıtlanır. Onların ataerkil otoriteyi zayıflatabilecek piyasa güçlerinin kötülüğünden uzakta, burjuva erkeğin sığınağı olan evde ayrı tutulmaları elzemdir. Bu anlayış erkekler tarafından ortaya atılmış olsa da tam anlamıyla Viktorya döneminin zarif üst sınıf kadınlığında somut olarak yaşama geçer. Kadınlar, özel alanda talip oldukları otoriteyi ele geçirmişlerdir. Clarissa çiçekleri kendisi alacak, evin dekorasyonuyla, partinin organizasyonu ve sunumuyla kendisi ilgilenecektir.

Sokaklarda gezerken düşünceleri bugün ve geçmiş arasında salınır, yaşadığı ilişkiler ve yaptığı tercihleri değerlendirir gün boyunca. Peter Walsh’ı reddederek Richard ile evlenmiştir. Ancak aynı evi paylaşan iki yabancı olmaktan öteye geçememişlerdir yıllardır. Odası tavan arasındadır, yatağı dardır. Orada yatıp okurken uyuyamaz bir türlü.

Çocukluğundan beri bedenini bir çarşaf gibi sarmalayan o eldeğmemişlik duygusunu atamaz üzerinden. İçinde depreşen soğukluk yüzünden kocasıyla cinsel birliktelik kuramamıştır. Eksiğinin ne olduğunu sorgular. Güzellik değildir, kafa değildir: “Derinlere kadar yayılan önemli bir şeydi yalnız; yüzeyi yırtıp üste çıkan, kadınla erkeğin ya da iki kadının arasındaki soğuk ilişkiyi kamçılayan sıcak bir şey. Bunu sezebiliyordu işte. Tiksinti duyuyordu bundan…” (S: 37) <

Clarissa Richard’dan çok Peter’ı sevmiş olsa da her düşünceyi, duyguyu derinlemesine kurcalayan, onunla her şeyi paylaşmak isteyen, düzen karşıtı bu adamdan korkar. Hindistan’a yerleşmiş bir İngiliz ailesinin oğlu olan Peter Walsh, sosyalist olduğu gerekçesiyle Oxford’dan atılmıştır. Peter’ın benliğine el koyacağına, geleceğini mahvedeceğine inanır Clarissa. Ancak kendisine nasıl bir gelecek biçtiğini, hayallerinin ne olduğunu bilemeyiz. Çünkü Virginia Woolf ona bir ideal, uğrunda mücedele edeceği bir amaç bahşetmemiştir. Âşık olmak ve tutkusunun peşinden gitmek ise hiç bilmediği bir durumdur.

Ama bir yandan da kadınlara âşık olma “sorunu” üzerine düşünür. Sally Seton’la ilişkisi aşk değil de nedir? En beğendiği türden, olağanüstü bir güzelliktir onunki; esmer, iri gözlü… Dayanılmaz çekiciliğinin yanı sıra kendisinde olmadığı için kıskandığı bir özelliği vardır Sally’nin. Bir çeşit coşkunlukla her aklına geleni söyleyip yapabilirmiş gibidir.

Gençliğinde, Bourton’daki yazlık evde Sally kendisini dudaklarından öptüğünde hayatının en güzel anını yaşar Clarissa. Bütün dünya altüst olmuştur neredeyse. Onunla evin çatısındaki yatak odasında saatlerce oturmuş, hayattan, dünyayı nasıl düzelteceklerinden söz etmişlerdir. Sadece iki kadın arasında gerçekleşebileceğine kanaat getirdiği bu iletişimin artık var olmadığını, olamayacağını düşünerek hüzünlenir ama yine de bir kadının çekiciliğine karşı koyamadığı anlar olur… Erkeklerin duyduklarını duyar o anlarda. Ancak bir andır bu, ama yeterlidir.

Kendine ait bir hayatı, yazı odası, idealleri olmadığı gibi bedeni ve cinselliği de yoktur Clarissa’nın. Erkek gibi düşünür, erkek gibi hisseder. Kendi cinselliğini kabullenmemiş, bedenini tanımamış, erotik aşk yaşamamış bir kadın olarak, hazzını da erkek hazzı üzerinden tanımlar. Bağımlı olmak, var olmanın bir koşulu haline gelmiştir. İngiltere’nin sömürgeci siyasetine hizmet eden, politikanın kirli işlerine karışan, erkekleşmiş bir kadının, Lady Bruton’un öğle yemeğine çağrılmayınca, yaşadığı anı kökünden sarsacak denli şaşırır Clarissa, bedensiz, kimliksizdir, yetersizdir. Ansızın buruşup yaşlanır sanki: “(…) memesizdi; günün öğütülüşü, harmanlanışı, çiçeğe duruşu, dışarıda, pencerenin dışında, artık kararmaya başlayan beyninin, bedeninin dışındaydı, çünkü son derece eğlenceli öğle yemekleri vermekle ün yapan Lady Bruton, kendisini çağırmamıştı.” (S: 36)

Sembolik şiddetin kadına verdiği en büyük zararın belki de çok sıradan ve doğal görünen pratikler üzerinden kendisine dair bir değersizlik ve yetersizlik hissi vermesi olduğunu düşünür Bourdieu. Kadınların kendilerini değersiz ve yetersiz hissedişi, stratejik bir tercihi tetikler ve kadınlar bu yetersizliği aşmak için erkekleri bir tür kaçış noktası olarak görürler. Bu haliyle eş seçimi “rasyonel bir hesap” meselesi haline gelir ve kadınlar iktidar oyunun güçlü oyuncusu olan erkeklere ilgi duyarlar. Sosyalist Peter yerine muhafazakâr Richard’ı seçmiştir Clarissa. Düşünsel ve pratik tutum alışlarında, sembolik şiddeti fark etmeden eril tahakkümü tanımakta ve onaylamaktadır Woolf’un kimi kadın kahramanları. Nitekim “Deniz Feneri”nin “geçkin, bozulmaya yüz tutmuş bile olsa erkek zekâsı büyük şeydir, kadın ona baş eğmelidir” düşüncesinde olan Bay Ramsay’inin eşi Bayan Ramsay da “bütün erkekleri koruyan” ve Clarissa gibi kocasının iktidarıyla yaşayan bir kadındır.

Hintli kadınlar: Budala, güzel, sevimli ahmaklar

Cinsiyet ve sınıf farkında olduğu gibi ırksal farklılıklar da egemenlik ilişkileriyle iç içe geçmiştir. Emperyalist sömürgeciliğin ve evrimci bilimin altın çağıdır 19. yüzyıl. Beyaz erkek ile bütün diğer “ötekiler” arasına kesin çizgiler çekilir. Toplumsal cinsiyet ve ırk, 19. yüzyıl biliminin ve popüler kültürünün iki büyük meselesi haline gelmiştir. Darwin’in beyaz üstün ırk teorisini benimseyen Woolf, kadınların kadınlık durumuna ilişkin ezilmişlikleri ile farklı sınıflardan ya da uluslardan geliyor olmalarından kaynaklanabilecek farklı ezilme durumları arasında bağ kuramamakla birlikte ırkçı ve oryantalist bir tutumla Üçüncü Dünyalı kadınları aşağılayarak küçümser Clarissa üzerinden. Peter’ın Hindistan’a giden gemide bir kadınla evlendiği haberini alınca büyük şaşkınlık yaşamıştır. Peter’ın değerini kendisi anlamamış da bu Hintli kadınlar mı anlayacaklardır; “budala, güzel, sevimli ahmaklar”?

Kendini, kendine yeterli ve özerk bir Batılı özne olarak kurgulayan Clarissa, Üçüncü Dünya kadınlarının kendilerini ve failliklerini belirleyip konumlandıracak akıldan yoksun olduklarını düşünür. Hintli kadınları “adi, silik, alelade kadınlar” olarak tanımlaması sadece kadınsı bir kıskançlığa değil, dönemin iktidarı elinde bulunduran, beyaz, sömürgeci egemen kültürünün ürettiği imgelere de işaret eder. Peter’ın Hint Ordusu’ndaki binbaşının karısına âşık olduğunu, boşanma işini avukatlarla görüşmek için Londra’ya geldiğini öğrenince de öfkeli bir tepki gösterir, erkek dilini kuşanır:

“Kadın ahmak yerine koymuştur Peter’ı, gönül eğlendirmiştir diye düşündü Clarissa, Hint ordusundaki binbaşının karısını üç çentikle özetledi. Ne ahmaklık! Ne saçma!” (S: 50)

19. yüzyılda sömürgeciliğin meşrulaştırılması ikili bir yaklaşım içerir. Bir yandan yerli topluluğun radikal farklılığı vurgulanır ki, bu, yabancı egemenliğinin denetimi elde tutmasını haklılaştırmak için kullanılan bir stratejidir. Diğer yandan da farklı, aşağı olan yerlinin günün birinde gelişip “kurtulması”nın yolunu açık tutan bir evrensellik öğesi işin içine sokulmaktadır. “Dalgalar”da tüm kahramanların taptığı Percival’ın Hindistan sorununu çözümleyecek bir tanrı olarak tanımlanması, Peter’ın Hintli kadınların sorunlarına çözüm arayışı, sömürgeci emperyalist ideolojiye, İngiltere için bir büyüklük ve üstünlük imgesi, İngiltere’nin egemen olduğu bir dünya imgesinin yaratılmasına katkıda bulunur.

Ama yerlinin kurtuluşu hiçbir zaman tam olarak gerçekleşebilecek bir şey değildir, aksi halde yabancı egemenliğinin sürmesini meşrulaştırmak mümkün olmaz. Döneme, Bloomsbury tartışma grubundan Woolf’un da iyi arkadaşı olan John Maynard Keynes’in düşünceleri hâkimdir. İngiliz sömürgelerinin devamlılığını talep etmiştir Keynes; sömürgecilik olması gereken meşru bir durumdur. Mevcut sosyal düzene karşı çıkmamış, devrimcilere uzak durmuş, sınıf temelini reddetmiştir, Clarissa gibi!

Kızı Elizabeth’e tarih dersi veren Miss Kilman da, sınıf ayrımcılığından payını alan kadınlardan biridir. Onun giyiminden inancına, yoksulluğundan düşüncelerine dek her şeyini küçümser, nefret eder Clarissa:

“Yağmurluk giymişti. Neden mi? Ucuzdu bir kere; sonra kendisi kırkını aşkındı, yani başkalarının hoşuna gitmek için giyinmiyordu. Üstelik yoksuldu, onur kırıcı bir yoksulluk.”

Hırslı, ikiyüzlü, sinsi, kokuşmuş bir yaratık, şişman, çirkin, bayağı, incelikten, yumuşaklıktan yoksun bir kadın olarak tanımladığı Miss Kilman, toplumsal adaletsizliğin kurbanıdır oysa. Ailesi Alman kökenli olduğu için her zaman haksızlığa uğramıştır. Diploma almış, yüksek okullara gitmiştir.

Yine de yazarın şefkatinden yoksun, negatif bir kahramandır Miss Kilman. Hem Clarissa’nın kızını elinden almaya kalkar, hem onun en berbat sınıftan gelme bir kadın olduğunu, parti vermekten başka bir işe yaramadığını düşünür. Clarissa’yı kıskanmaz, ona öykünmez, yalnızca acır.

Kiminin kızdığı, kiminin acıdığı, kiminin âşık olduğu Mrs Dalloway’i yazarı da fazlaca sevmemiş gibi görünaür. Ama gerçek şudur ki, çok başarılı bir biçimde kendini Clarissa’ya siper etmiştir Virginia…

Hande ÖĞÜT

kaynak: İzinsizgosteri.net

EMİN İGÜS- DUT AĞACI

Yayınlandı: Aralık 11, 2010 / Music
Etiketler:,